Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Başyapıt ve Alegori İlişkisi

Bir yapıtın başyapıt olabilmesi için öncelikli tek koşul vardır: o da yapıt hakkında sıradan olmayan, değerli birçok “yayın”ın yapılmasıdır. İşte tam bu aşamadaki hareketlenme çok önemlidir. Bu bağlamda gerek resim, gerek heykel, gerekse mimari yapıtlardan başyapıta dönüşmeye kararlı olanlarının gün ışığına çıkarılması için bazı derinlikli konular

Özkan EROĞLU
Başyapıt ve Alegori İlişkisi

zunca zamandır bu konunun üzerinde düşünüyorum. Dünyada, sanatta şöyle bir sıralama var: resim, heykel, mimarlık çalışması; yapıt, başyapıt. Burada oluşan diyalektik gelişim sanat tarihini ve sanat eleştirisini yakından ilgilendirmekte. İlk akla gelen, bir başyapıtı ortaya koyan kişinin adının ve soyadının belli olması. En başta yapıt ve doğal olarak başyapıt için bu koşul geçerli. Fakat bir resim, heykel veya mimari yapının henüz yapıt olduğu da saptanmamışsa söz konusu koşul aranmaz. Başyapıt ortaya koyan kimse, yaratıcı sanat, bilim vb. gibi, mutlak yaratıcı bir boyuta aittir.

Fakat yine de belirtmek isterim ki, bir yapıtın başyapıt olabilmesi için öncelikli tek koşul vardır: o da yapıt hakkında sıradan olmayan, değerli birçok “yayın”ın yapılmasıdır. İşte tam bu aşamadaki hareketlenme çok önemlidir. Bu bağlamda gerek resim, gerek heykel, gerekse mimari yapıtlardan başyapıta dönüşmeye kararlı olanlarının gün ışığına çıkarılması için bazı derinlikli konular ve bu konulara ilişkin donanımlar gerekmektedir.

Şöyle düşünelim: bugün sanat tarihinde bize sunulmuş başyapıtlar vardır. Asıl önemli olan bu yapıtların başyapıt olmasına kimler, nasıl karar vermiştir? Ya da yapıttan, başyapıt statüsüne geçme aşamasından yapıtlara nasıl bir iksir ile yaklaşılmıştır da, o yapıtlar, yapıtı yapanın öteki yapıtları içinde ve sanat tarihinde iyice öne çıkarak başyapıta dönüşmüş ve günümüze dek gelmiştir? Bu tip sorular artırılabilir. Fakat soruların artması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir.

Özellikle Avrupa sanatı kapsamında, ilk sanat tarihi çalışmalarını başlatan Vasari’den bugüne, özellikle hangi yapıtın üzerinde yoğunlaşılmış ve çokça yazınsal çalışma yapılmışsa o yapıt bugün, karşımızda başyapıt olarak durmakla kalmamakta, bulunduğu müzeyi ihya etmekte, hem bulunduğu müzeyi, hem de o müzedeki öteki yapıtları kutsamakta, o kutsanmışlığın da milyonlarca sanatsever tarafından gezilip, dolaşılmasını ve görülmesini sağlamaktadır. Veya bir tarihi kentin içinde başyapıt bir mimarinin, benzer katkıları verdiği kente, bir heykelin de bulunduğu bir meydana ya da bir binaya benzer katkıyı verdiğini ifade edebiliriz.

Bir yapıt üzerine, çokça yazınsal yoğunlaşmanın (kitap, makale, deneme vb.) olması demek, o yapıt hakkında derinleşmeyi sağlayacak ipuçlarının artarak elde edilmesi anlamına gelir. Ben bu noktada, yani bir yapıt üzerine, onu başyapıt kılmak için gösterilecek yazınsal çabalarda çok önemli bir yaklaşımın devreye girdiğini düşünüyorum: “derin hislenme”. İşte bir yapıtın başkalaşması ve başyapıta dönüşmesine ilişkin düşünceler kaleme alınırken o düşüncelerin temelinde, söz konusu bu “derin hislenme”yi içinde barındırması gerekir ki, böylece varsa, bir heyecan yaratıcı farklılık ortaya çıkabilsin. “Derin hislenme”yle gelen hem öznel, hem de nesnel hareketlenmeler özellikle bir yapıta ilişkilenebildiğinde başyapıt bağlamında iş tamam demektir. Burada, daha işe başlanırken ele alınanın yapıt olması da öncelikli koşuldur. Bu gereklilik yerine getirildikten sonra yapıtın üzerine iyice gidilir ve derinleşmeye çalışılır. Ve bu tip çalışmalara, özellikle birçok insanın katkı vermesi hem yapıttan başyapıta dönüşümü sağlar, hem de ortaya çıkan başyapıtın kalıcılığını artırır.

Bir yapıt için çok da uzatılmayan aralıklarla yazınsal çalışmalar yapılması/yapılmak istenmesi, bir yandan yapıtı başyapıt kılmaya yardım ederken, öte yandan da bugün çoğunlukla dünyada olan; yapıtın içinin boşaltılıp sıradan bir tüketim nesnesine dönüşmesini de engeller. Burada, en azından her yapıtın bir yerde fosilleşmesi ile eşanlamlıdır başyapıt olması. Çünkü başyapıt, çok eski zamanlara ait bir fosil kabulüne uğrayarak, böylece özenlikli bir korumaya tabi tutulmuş olur. Bu halde başyapıtın, yapıta oranla üstünlüklü bir korumayla, uzun zamanlara meydan okuyacak bir duruma sahip olduğu yönünde de kuşku kalmaz. Fosili bir kayada kalmış balık bizlerden daha şanslıysa, başyapıt da yapıttan daha şanslı demektir. Bu konuda ilginç bir yazı okumuştum “Fosilleşmek” (1) diye. Bu yazıdan sonra, özellikle sanatın ve yapıt oluşturmanın boşuna bir çaba olduğunu söylemeye bile başladım. Olsa olsa yaratıcı sanat ve başyapıt oluşturmanın ve bu oluşanın desteklenip hakkında çeşitli alegoriler oluşturarak, her geçen zamanda desteğinin artırılması en doğru olanıdır. Onun için hiçbir sanatçı, eğer yaratıcı sanatçı boyutuna ulaşamamış veya başyapıt(lar) ortaya koyamamışsa ne yazık ki zaman karşısında kalıcı olamayacaktır.

Şimdi gelelim yapıt/başyapıt-alegori ilişkisine.. Anlatımcı yapıtlar, bilindiği üzere kendileri de ortaya bir alegori koyarlar. Asıl o, bilinen yapıta ait alegoriyi öteleyerek, yapıt hakkında düşünen ve yazan kimsenin nasıl bir yaratıcı alegori ile olaya yaklaştığı konusu önem kazanmaktadır. Bu anlamda, bilinen alegori bağlamında dini temalı bir yapıt, o dinle ilgili bir alegorinin sahnelenmesi ve dile getirilmesidir. Bir kişi portresi ise o kişinin belli bir zaman ve bir konumda ifadelendirilmesidir. Bir manzara resmi de öyledir; belli bir mevsimde ve bir zaman aralığındaki güneş ışığının derecelendirilmesini ortaya koyar: bir çeşit doğa ifadelendirilmesinde bulunur. Bir enteriyör resmi, bir mekânın nesnelerle olan ilişkisinin adeta portresini çizer. Genre resmi, anlatımcı bir bakış açısıyla, bir kimseyi çalışırken göstergeler. Bunlar belli resim türleridir. Genre, bir heykel bir tanrı ya da tanrıçayı, ünlü bir imparator veya savaşçıyı, bir peygamberi hattâ herhangi bir kimseyi kostümlü veya çıplak olarak ele alabilir. Bir mimari yapı da öyledir; daha içine girmeden cephelerinde takındığı tavırlar ve ayrıntılarıyla bir resim gibi kendini gösterir, sonra iç mekânlarında ayrı mizansenler oluşturmamızı sağlamayı sürdürür. Sonuç olarak, buraya kadar söylediklerim yapıt kılabilir bir resim, heykel veya mimarlık vurgusunu. Fakat elimize gelen ayrıntıları ve bu ayrıntılardan bütüne gidişi yani başyapıta dönüştürme çalışmalarını, yalnızca kendimizce geliştireceğimiz ve özellikle kaleme alacağımız yaratıcı alegorileri yalnızca biz oluşturabiliriz, yapabiliriz. Böylelikle bilinen alegoriden yaratıcı alegoriye gidiş gerçekleşecektir.

İşte geldik kilit noktasına.. Bu, yaratıcı alegorilere ulaşmak için ne yapmalıyız? Kanımca aşağıdaki gibi bir sırayı izleyerek “derin hislenme”ye ulaşmaya çaba harcamalıyız:

Kandinsky’den alıntıladığım “Stimmung” sözcük-kavramının yarattığı önem üzerinde durmalıyım, diye düşünüyorum. O’nun, 1911 yılına ait, “Sanatta Ruhsallık Üstüne” (Über das Geistige in der Kunst) adlı çalışmasında kullandığı “Stimmung” sözcüğüne, ben, Türkçe karşılık olarak “derin his” veya “derin hislenme” karşılığını öneriyor ve olaya buradan yaklaşmak istiyorum. “Derin his” dediğimiz, en başta histe derinliğe ulaşılmışlığı göstermekte. Ancak bundan sonraysa, bir bütünlüğü gösteren derin hislenmeye gidilebileceği düşüncesine de kuvvet vermektedir. “His” dediğimiz sözcüğün içerdiği anlamın daha ilerisini işaret etmektedir, “derin his”.

Derin hisse ulaşmak ve oradan bir sanat yaratısı oluşturmak anlamı taşıyan derin hislenmeye gitme, öyle bir anda gerçekleşen bir olay değildir. Dahası belirli tekleri oluşturarak, tekten tüme bir oluşumdur. İlk elden söylemek istediklerimden biri, yaratıcı sanatı ve başyapıtı algılayabilmenin tek koşulu, adeta bir sonuç şeklinde karşımıza çıkan derin hislenme konusudur. Fakat yine de kaçınmadan söyleyeceğim bir şeydir ki, “herkes hislenebilir fakat herkes derin hislenemez”. Bütün konu budur aslında.

Derin hislenme, en başta, örneğin, bir kimsenin söylemleriyle uygulamalarının çelişmesini engeller. Eğer bir kimsede söz konusu çelişkiler gözleniyorsa, o kimsenin sanatta ve yapıtta hislenmenin ötesine gidemediğini hemen anlayabiliriz. Kişilerin, söz konusu çelişkileri sanatta ve yapıtta yaşamaması için, özellikle aşağıda sayacağım konu ve noktalarda eksiklik göstermemesi gerekmektedir.

İşlevsel Bilgi Varlığı

Aslında derin his/hislenme-“Stimmung” olgunluğuna ulaşmak için ilk sağlam aşamayı bu özellik oluşturmaktadır. Çünkü bilgi, tek başına hiçbir şey ifade etmemektedir. Bilginin işlevselleştirilmiş boyutu hareketlidir ve dolayısıyla değerlidir. İşlevsel bilgide gereksizlik ilkesi kaldırılıp bir kenara konmuştur. Çünkü işlevsel bilginin varlığı ve yaşaması, gereksizliklerin imha edilmesine de çok bağlıdır. Özellikle sanat alanında gereksizlerin imhası ancak eleştiriyle gerçekleşir.

Ele aldığımız “Stimmung” kavramı, sanatla ilgili olarak tarafımızca sorgulandığı için yanında olan ve sanatın birikimini izah eden tek alan “sanat tarihi”dir. Belki de bu alan, biraz önce saydığımız her şeyi tümüyle içinde barındırdığı için müthiş önem kazanmakta ve kendisine çok daha sistemli ve farklı bakış açılarıyla yaklaşmayı zorunlulukla istemektedir. Çeşitli sanat tarihi yöntemleri oluşturulmuş ve halen de birtakım yöntemler denene gelmektedir. Fakat bir gerçek vardır: o gerçek, sanat tarihinin her tarihsel katmanına şüphe ile baktığınız andan itibaren belirmeye başlar. O da şudur: düşününce, sanat tarihini oluşturan sanatçı ve yapıtların hepsi gerçek çehre olamaz, bunu anlıyorsunuz. Çok kapsamlı olan bu oluşumların hepsinin yaratıcılık içermesi olanaklı değildir. Fakat yaratıcılık içeren özelliklerse, aralarda kendilerini adeta gizlemiş ve geri çekmiştir. Yani, aralarda gizli ve geri çekilmiş olan sanat ile sanatçılar değildir; yalnızca bazı özellikleri olan vurgulardır. İşte sanat tarihi bu vurgularla vardır ve bu bulgular, bulunup gün ışığına çıkarıldığında gerçek sanat tarihsel bilgiye, kısaca işlevsel bilginin varlığına ulaşılmış olacaktır. Bunun için önce sanat tarihini oluşturan dönemlere doğru ve net yaklaşmak, sonra dönemler içindeki sanatçı ve tavır/akım üsluplarına incelikli eğilmek gerekiyor. Bu söylediklerimin olması için bile, geri planda sağlam bilginin olduğu bir hislenmeye gereksinim vardır. Kendinde bu yönde bir güveni bünyesinde barındırdığına inanan kimse olaya yaklaşabilir. Bu yaklaşımın sonunda birtakım parametrelerin ortaya çıkacağına ilişkin hiçbir şüphem yok.

Görme ve Görme Derinliği
Görme, gözle bir betimin varlığını duymaktır (2). Gözümüz bu mesaja boyun eğmekle, onu almakla, olmasına izin vermekle kalmaz; onun üzerine hemen bir harekette bulunur, onu alır, bize iletir ve zihnimize emanet eder. Mesaj, böylece duyum haline gelir, duyum da bilinçli bir hale gelerek düşüncemize girer. Etkinin bilincine vardığımızda gözümüz onu çoktan dönüştürmüştür; o artık bizim izimizi taşımaktadır, yarı yarıya bize aittir. Düşüncemiz, onunla ilgilenmeye başladığı an da zaten algılanmıştır. Goethe bile, “dünyaya dikkatle baktığımız her keresinde bir teori yaparız” demiştir (3). Sanat derinliktir. Bunun için ise “bir şeylerin” farkında olmak gerekir. Sanatın gelişimi dikkatle izlendiğinde, derinliğin her zaman kendini ortaya koyduğu görülecektir. Buna bir de karmaşıklığın eklendiği bilindiğine göre, her iki olgunun yan yana devrede olması insana ilk anda şaşırtıcı gibi gelebilir. Bağıntısız, dağınık olaylar yığınının yanısıra bir de karmaşıklığın ortaya çıkması, bir bakıma derinliklerin birikmesi sonucundadır. Bu karmaşıklık, sanatsal ilerleme sayesinde derlenmekte, toparlanmakta ve yerini derinliğe bırakmaktadır (4).

Farkına Varma ve Filozofik Zeminin Hazırlanması
İşaret Belirleme: Buradaki belirleyiş, salt tek yönlü bir belirleyiş değildir. Sanat yapıtında dikkatinizi çeken ve görüngüler dünyası içinde var olan herhangi bir işareti ele aldığınızda, o işarete üçboyuttan yaklaşmış olursunuz. Önce sizin için “işaret” vardır ve o işaretin sizinle onun arasındaki çekim alanını ilgilendiren bir boyutla da gündeme geldiği çok açıktır. Sonra da sanatçısına ait bir boyut devreye girer: “işareti”. Peşinden hem siz, hem de sanatçısının işaret çözümlemelerini anlayıp iyice sindirdikten sonra, bu kez devreye “işaretim” boyutu girer ve yerleşir. Sözü edilen üçboyut da, henüz ortaya çıkarılmamış bir işaret bütününe yayılmamıştır ve eksiktir.

İşaretten Duygulanıma: Duygulanım, “duygu alma” anlamına gelir. Bu bir etkilenme işidir. Bazı felsefeciler duygulanımı “etkilenim” anlamında da kullanmıştır. Ruhbilimde ise “bir duygusal durumu dile getirir”. Heyecanlar, duygulanım teriminin kapsamı dışındadır. Duygulanım, bir sanatçıyı hareketlendiren olayın ta kendisidir. Duygulanım sayesinde, “Blake gibi, bir kum tanesinde bir dünya görebilir kişi” (5).

Bir örnek vermem gerekirse: Bir karşılaştırma çalışması için duygulanıma neden olan ve bir karşılaştırmanın doğuşunu sağlayan bir sanatçıdır Abdurrahman Öztoprak benim için. Kitabını kaleme alırken, Öztoprak’ı çok etkileyen Beethoven gerçeği benim de duygulanıma yönelmemdeki tek gerçekti. Hattâ o besteciyle ilgili şu açıklamalar, beni duygulanıma uğramam yönünde acayip etkilemişti: “Beethoven müziğinde dehşet ülkesine gireriz. Kor gibi ışınlar gecenin karanlığını deler, giderek bizi sarıp sarmalayan, içinde her türlü zevkin eriyip gittiği sonsuzluk özleminin acısı dışında yüreğimizdeki her şeyi yok eden devboyutlu gölgeler görürüz. Ve yalnızca bu acıyla, başka bir deyişle sevgiyi, umudu, sevinci kendi içinde eriten ve yüreğimizi bütün tutkuların çoksesli birlikteliğiyle parçalamak isteyen bu acıyla ve doğaüstü varlıkları görebilmenin büyüsüyle yaşarız” (6).

Duygulanımın Neden Olduğu Karşılaştırmalar: Bazı sanat yapıtlarının karşısına başka yapıtlar veya şeyler koymadan, kısaca onları bir karşılaştırmaya götürmeden çözümleyemeyiz. Fakat sözünü ettiğim sanat yapıtları, duygulanımdan doğan sanat yapıtları olmalıdır şüphesiz. Bu, karşılaştırmaya götüreceğimiz sanat yapıtıyla, onun karşısına koyacağımız başka şeyin bir tasarımı olmadığı iyice bilinmelidir. O karşılaştırma ve istenci, birden bire çıkar insanın karşısına ve etkiler, kişinin bu yönde harekete geçmesini sağlar. Bu yönde gerekli etkilerin alınması demek, o karşılaştırma işinde kullanılacak olan şeyin bulunduğuna dair müjdenin yapılması demektir.

Derin Hislenme-“Stimmung” Filozofisinin Gelişme İpuçları: Sanat yapıtları kendi içlerinde ve içerik boyutunda, mutlaka aşağıdaki dört gelişmeden birine muhataptır. Derin hislenmeye ulaşmak açısından ise buradaki dört kollu filozofik gelişimin tanımlamalarını iyi yapmak gerekmektedir.
Romantizm: Bütün kuralları yadsıyarak, yerine bireysel özgür yaratmayı, duygu ve içtenliği koymaya çalışan sanatsal, felsefesel ve siyasal davranışların genel adıdır (7).
Gerçekçilik: Varlığın insan bilincinden bağımsız ve nesnel olarak var olmakta bulunduğunu ileri sürenlerin anlayışıdır (8).
Yapısalcılık: İnceleme konusu olarak bir yapıyı ele almak gerektiğini ileri süren, çeşitli bilim dallarındaki ortak görüşün adıdır (9).
Simgecilik: Simgelerle anlatım işlemine denir (10).

Sonuç
1. Önce işlevsel bilgiyle donanımlanmak, sonra görmek, daha sonra da derin görmeye alışmak...
2. Her şeyin bir işaret ve sanat yapıtlarında biçimleri keşfetmenin tek yolunun işaretler olduğunu asla unutmamak, sonra o işaretleri, özellikle öznel boyutlandırma çabası sırasında duygulanımın gerekli olduğuna inanmak ve bütün bunları karşılaştırma ve kombinasyon zenginlikleri içinde değerlendirmek...
3. Sanat yapıtının içeriğini belirleyecek ve Sandro Bocola’nın söylediklerinden (11) aldığımız destekle, dört tanımlamanın olduğunu bilmek ve yapıtlara bu kadrajdan yaklaşabilmek, sonrasında da bu dört tanımlamanın (romantizm, gerçekçilik, yapısalcılık ve simgecilik) temel çıkış noktalarını masaya yatırıp tartışmaya almak ve yine bu tartışmaları da kombinasyondan geçirmek...
4. Yukarıdaki üç sonuç açıklamasını da bir gövdeye dönüştürerek sanatçılara ve özellikle yapıtlarına yorum ve eleştirilerde bulunmak. Sonra, özellikle kendi kendimize, “derin hislenme-‘Stimmung’ ile sanata ve yapıta yaklaştım; tanımladım” diyebilmek sonucuna ulaşmak.


KAYNAKLAR
1. Tahir M. Ceylan; “Fosilleşmek”, Cumhuriyet Bilim-Teknik Dergisi, Yıl: 19, S. 964, 10 Eylül 2005.
2. Orhan Hançerlioğlu; “Felsefe Ansiklopedisi”, C.II, s.249, İstanbul, 1977.
3. Hermann Bahr; “Dışavurumculuk”, Sanat Dünyamız (Çev. D. Şahiner), s.12, Bahar 1993, İstanbul.
4. Özkan Eroğlu; Çağatay Odabaş Kitabı, s.36-37, İstanbul, 2004.
5. Peter Marshall; “Bir Anarşist Olarak William Blake” (Çev. R. Öğdül), s.35, İstanbul, 1997.
6. Nazan İpşiroğlu; “Resimde Müziğin Etkisi”, s.101-02, İstanbul, 1994.
7. Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Hançerlioğlu; a.g.e., C. 5, s.339-40, İstanbul, 1978.
8. Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Hançerlioğlu; a.g.e., C. 2, s.217-18.
9. Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Hançerlioğlu; a.g.e., C. 7, s.229-30.
10. Bu konuda geniş bilgi için bakınız: Hançerlioğlu; a.g.e., C. 6, s.93-95.
11.Sandro Bocolo; “Timelines-1870-2000 The Art of Modernism”, Köln, 2001.


Yapı Dergisi, 289.

http://www.yapi.com.tr/haberler/basyapit-ve-alegori-iliskisi_61106.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!