Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Biz Neden Meydan Yapamıyoruz?

Doğan KUBAN
Biz Neden Meydan Yapamıyoruz?

smanlı kentinde meydan olmadığı ve bugün de Türkiye’de bir meydan planlayıp gerçekleştirmeyi başaramadığımız konusunda yaygın bir kanı var. Tarihî belgelere ve bugünkü kentlerimize bakınca bunun doğru olduğunu kabul etmek zorunda kalıyoruz. Üzerinde düşününce, meydan kavramının kentsel mekân, anıtsallık, simetri ve aksiyalite gibi birçok önemli mimari olguyla bağlantılı olduğunu; hatta onların varlığını teşvik ettiğini görüyoruz. Ne zaman yurtdışına gitsem İstanbul’da ya da diğer kentlerde bulamadığım kent mekânları ve anıtsal yapılarla karşılaşınca bunun Osmanlı tarihinde neden oluşmadığını sorgulamaya başlıyorum. Bu soruyu çok uzun yıllar kendi kendime sorup, hiçbir zaman kapsamlı bir yanıt veremediğim için de sorgulamayı sürdürüyorum ve düşüncelerimi meslektaşlara duyurmak istiyorum.

Bir Gotik katedralin önünde, Roma’da San Pietro Meydanı’nda, Paris ya da Madrid bulvarlarında, Semerkant’ta Timur’un türbesi önünde ya da İsfahan’ın Büyük Meydan’ında Türkiye’de olmayan mimari ve kentsel davranışlar buluyor; hem mekân, hem de yapı olarak bizim geleneğimizde olmayan “anıtsallık”ın, Sinan’ın yaratıcılığına ve Ayasofya’nın kışkırtıcılığına dayalı birkaç büyük cami dışında, Türkler’in ilgisini neden fazla çekmediğini düşünüyorsunuz. Fakat gözlem burada kalmıyor. Geleneksel mimari tasarımda, planlı kent meydanları olmamasına bağlı olarak, bir egemen aks üzerine dizilmiş öğelerden kurulu, büyük simetrik kompozisyonlara götüren bir tasarım ilkesi de gelişmemiş. Pekin’de İmparatorluk Sarayı ya da Antikiteden bu yana bütün Avrupa Mimarlığına egemen olan simetri tutkuları da yok bizim mimarlığımızda.

Sinan’ın büyük külliyeleri dış avlularla çevrili. Kentin sokak dokusu, anıtsal yapı çevresine nefes alacak yer bırakmadan yapışıyor. Yani “anıtsal”ın algılanması için, dış avlunun dışında özel bir kent mekânı yaratılması düşünülmüyor. Büyük camiler varlıklarını kent siluetleri içinde sergiliyorlar. Bu bağlamda, Türk tarihinde Doğu’dan Batı’ya geldikçe yapılarda boyutsal bir küçülme de var. İran’daki Selçuk mezar kulelerini Anadolu’da kümbetlere indirgemişiz. Gerçi kümbet tasarımında anıtsal nitelik çok güçlü.. Fakat Rey’de Tuğrul’un kulesini, Merv’de Sultan Sancar’ın, Türkistan’da Ahmet Yesevi’nin türbelerini Ahlat’ta Ulu Kümbet ya da Kayseri’de Döner Kümbet’le karşılaştırınca fiziksel boyutun küçülmesi çok belirgin. Osmanlı mezarında da büyük boyuta özenmemiş. Sultaniye’de Olcaytu Türbesi’ni Kanuni Türbesi ile karşılaştırmak boyut açısından anlamsız. Kısacası Anadolu’da 11. yüzyıldan bu yana gelen yerleşmişlik serüveninde, Doğu’da ve Batı’da, Orta Asya’da ya da Mısır Memlukları’nda ve Anadolu’da geriye baktığımız zaman toprağa adeta kazılmış Roma Mimarlığında bulunan büyük boyut, Osmanlı kültüründe yeterince etkili olmamış. Türkler’in, Osmanlı bağlamında alçakgönüllü bir mimarlıkları var. Bu bir estetik yoksulluğu değil. Özgün bir tavır, belki de bir tasarım ilkesi, bir iç disiplin. Türkler mimarlıkta büyük boyut budalası olmamışlar. Sultanın evi de iki katlı, köylünün evi de. “İki kat” Türk konut mimarlığında neredeyse simgesel bir nitelik kazanmış.

Bu özelliğe bir başkasını da eklemek gerek. Toplum kendi içine dönük sosyal gruplardan oluştuğu için kentlerin yapısında da kendi içine kapalı işlevsel üniteler buluyoruz. Camiler, saraylar, çarşılar, konutlar. Ne kent mekânları yapıları kucaklıyor, ne de yapılar çevreye kollarını açıyorlar. Kentsel mekân olmayınca, o mekânın örgütlenmesine ilişkin bir gelenek de oluşmamış. Bunun sonucu olarak yapıların dışarıdan, kent meydanlarından algılanması üzerinde de fazla düşünmemişler. Bir yapı kompleksine girmek için bir kapı yapısı yetmiş Türkler’e. Kanımca yapı tasarımında simetrinin ağırlık kazanmamış olması bundan kaynaklanıyor. Kent mekânına cephesini açıp, onunla buluşmak isteyen bir yapı olmayınca, insan aklının ve gözünün istediği simetrik tasarım da ağırlık kazanmamış. Kent mekânlarından duvarlarla, avlularla ayrılan bir sarayın çok büyük, etkileyici olması da gerekmemiş. Büyük duvar ve taçkapı sultan konutunun varlığını duyurmaya yetmiş. Sultan da içeride, kullarınkinden boyut açısından çok farklı olmayan odalarda yaşamış. Bereket versin Osmanlı başkentinin kıyıları vardı. Bu kıyılara 18.-19. yüzyılın ahşap sarayları dizildikleri zaman büyük boyutlu yapılar için yeni bir eğilim ortaya çıktığı söylenebilir. Yine de o güzel saraylar Batıdakilere göre ne kadar alçakgönüllü. Türkler kentlerinde büyük boyutu, camiler dışında önce kışlalarda sonra Abdülmecit ve Abdülaziz’in yaptırdıkları saraylarda gördüler. İstanbul’da anıtsallık potansiyeli yalnızca büyük camilerde toplanmıştı.

Meydanları, büyük yolları, insanları cüsseleriyle irkilten sarayları, katedralleri olmayan, içine dönük Osmanlı kentlerinde, İstanbul dışında doku, boyut ve örgütlenme açısından kentle köy arasında büyük bir fark yoktu. 1950 öncesinin Türkiye’sini bilenler bunu anımsarlar. Çin’den Avrupa’ya bütün Avrasya’da en büyük köysel yerleşmeler imparatorluğu Osmanlılar’ınkiydi. Kuşkusuz bu yargı, yalnızca kent bağlamında bir karşılaştırmayı anlatıyor. Yoksa o çağlarda dünya insanlarının büyük çoğunluğu zaten köylerde yaşıyordu. Biz bugün Osmanlı kentinin yapısını, güzel konut geleneğini, doğallığını ve insancıllığını hor görmüyoruz. Tersine öyle bir ortam için nostalji duyduğumuzu da söyleyebiliriz.

Böyle bir gelenekten gelerek bugüne ulaştık. Fakat Osmanlı’nın bunca anıtsal gelenek arasında ve üzerinde niçin büyük boyuta özenmediği ve ona bağlı başka sorular yine de yanıt bekliyor. Kaldı ki 18. yüzyıldan bu yana her şeyi Batı’ya öykünerek yapan bir toplum hâlâ bir meydan planlayamıyorsa bunun nedenini aramak gerek. Batı’ya gittiğimizde düzen ve temizlik dışında insanı şaşırtan anıtsal yaklaşımın bizdeki sınırlılığının nedenini sorgulamak ulusal kültürün doğasını aydınlatmak için yararlı ipuçları verebilir. Gökdeleni bile gecekondu duyarlılığı içinde yapan bir toplumun bu davranışlarında geleneksel kültürün yapısal eksiklikleri olabilir.

Selçuklu çağında 13. yüzyıl ortasında İlhanlı yönetimi kurulana kadar az görülen bir anıtsallık, yüzyılın ikinci yarısında Sivas’taki ve Erzurum’daki Çifte Minareli Medreselerle birden karşımıza çıkıyor. Sonra yine yok. Sinan’ın Selimiye’yi, Ayasofya’yı geçmek için yaptığı şeklindeki söylemin Sinan’a ait olmadığı kesin. Çünkü Ayasofya’nın kubbesi Selimiye’ninkinden iki metre daha büyük. Sinan’ın böyle bir şeyi bilmemesi olanaksızdı. Sinan’ın o tür bir endişesi olduğunu sanmıyorum. Panteon’un ya da San Pietro’nun kubbelelerinin çaplarının 40 metre olduğu düşünülürse böyle bir tartışmanın gereksiz olduğu anlaşılır. Gotik katedrallere Avrupalılar’ın yatırdıkları emek ve parayı düşünüp, Habsburglar’ın, Romanoflar’ın, Bourbonlar’ın saraylarını Topkapı Sarayı ile karşılaştırınca ya da Roma’da Caracalla Hamamı’nı Sinan’ın Ayasofya Hamamı ile birlikte düşününce Türkler’in mimari dünyasının doğasının tümüyle başka değerler üzerine kurulu olduğu açıkça görülür. Kuşkusuz küçük bir yapı da anıtsal nitelikte olabilir. Biz öğrenciyken Paul Bonatz’ın söylediği gibi, bir kümes bile anıtsal bir nitelik taşıyabilir. Yine de yapıya ve kente yatırılan emek ve para önemli bir kültür ayıracıdır. Ve bunun yalnızca emperyalizm ve zenginlikle açıklanması yetersizdir. Küçük bir Avrupa kentinin kilisesi ya da şatosu, eğer bir sultanınkinden daha görkemliyse bu çok önemli bir kültür farkının göstergesidir. Bu, mimarlığa ve kente verilen önemin, işlevseli aşan boyutunu gösterir. Osmanlı tarihinde, Avrupa model olmağa başlamadan önce ne çok büyük olmasına özenilen yapı vardı, ne de tasarlanmış bir kent mekânı.

Fakat Lale Devri’nden bu yana Türk toplumunun mimarlık ve kente ilişkin parametreleri de değişti. Yine de 3. Selim’in kızkardeşleri büyük ahşap sarayları yaptırdıkları; hattâ
Abdülmecid ve Abdülaziz Avrupa üslubunda saraylar inşa ettirdikleri zaman iki katlı yapılarla yetiniyorlardı. Neden Paris’in, Viyana’nın, Madrid’in büyük caddeleri bizimkilere göre çok büyük boyutlu? Üstelik bunlar otomobilin henüz kullanılmadığı dönemlerde planlanmışlar. Biz ne bir San Pietro yapmayı düşünmüşüz, ne de bir Bernini revağı. Ne bir Concorde planlamışız, ne de Barselona’daki gibi bir Plaza Catalunya. Bunun yapamamak değil, bir yapmamak olduğunu; bunun arkasında da bir hayal etmemek olduğunu düşünmek gerek. Ve kenti bu boyutlarda ve örgütlenerek gerçekleştirememe bugüne de Osmanlı’dan kalan bir kültür özelliği olmalı.
Biz İstanbul’un tarihî dokusunu yeni yollarla mahvettik. Adnan Menderes’in İstanbul operasyonlarına nasıl karşı çıktığımızı anımsıyorum. Bugün on milyonluk İstanbul’da o yollara çok geniş yollar olarak bakmıyoruz. Ama Barselona’da hem öyle yollar var, hem de Ortaçağ’dan kalan mahalleler. Başka bir deyişle, yolları Avrupalılar kadar geniş yapamadığımız halde, geçmişten kalanı onlardan daha fazla yok edebildik. Osmanlı mimarlık geleneği küçük boyutlarla yetinmiş ama kente saygılı davranmaya da pek önem vermemiş. Her iki halde de açık bir pragmatizm olduğu saptanabilir.

Bugünün gökdelenlerini kent toprağına çivi çakar gibi inşa ediyoruz. Yolların kenarına otuz katlı yapılar üç katlı ahşap konaklar gibi diziliyor. Kadıköy’de küçücük parsellere on sekiz katlı apartmanlar dikildiği zaman, onlara yalnızca kötü bir spekülasyon sonucu diye bakmamalı. O yapılara hava aldıracak kentsel boşluğu da hâlâ yaratamıyoruz. Bütün bunları birlikte düşününce “anıtsal”ın yokluğunun kentsel mekân yokluğu ile birlikte oluşan bir olgu olduğu kanısına varıyorum. Başka bir deyişle, meydan olmayınca anıtsallık fikri de yeterince gelişemiyor. O yüzden Cumhuriyet’in başından bu yana ne doğru dürüst bir kent meydanı planlayabildik, ne de anıtsal nitelikte bir gökdelen yapabiliyoruz. Abdülhamid döneminde Bouvard Eminönü, Beyazıt, Sultanahmet için meydan projeleri hazırladığı zaman, topoğrafyaya pek uymayan soyut tasavvurlar olmalarına karşın, eğer bir tanesi bile gerçekleşebilseydi, İstanbul için büyük bir kentsel gösteri olabilirdi. Belki uygulamada topoğrafyaya uyum da sağlanabilirdi.
Türkiye’de 19. yüzyılda anıtsal yapı projeleri yapıldı. Bunların içinde -yanmış olmasına çok memnun olduğum- Gaspare Fossati’nin Ayasofya önündeki Darülfunun Binası da vardı. Bu yapı Neo-grek cephesini gösteri olarak Marmara’ya çevirmiş, kentin Marmara siluetine Ayasofya ile Sultanahmet arasında egemen olmaya özenen saygısız bir yapıydı. Fakat nedense o bölgede bir kent mekânı yaratmak için bir öneri getirmemişti.

Biz hâlâ meydan yapamıyoruz. Olan bir-iki küçük meydanı da yenilik ve otomobil uğruna yok ettik. Örneğin İzmir’de bir kenarını şimdi olmayan Sarıkışla’nın, bir kenarını Hükümet Binası’nın, bir kenarını da denizin oluşturduğu bir Konak Meydanı vardı. Ortasında İzmir’in simgesi Saat Kulesi yükseliyordu. Bu meydan yok oldu. Şimdi yeni bir meydan yaratmak için çalışıyorlar. İstanbulda Beyazıt, Taksim, Üsküdar meydanları için yarışmalar açılmıştı. Fakat toplum kültürü ve onun bire bir temsilcisi belediyeler, ne kadar iyi niyetli başlasalar da bir meydan geliştirecek bilinçli çabayı gerçekleştiremediler.

Bu noktada bir şeyi anımsamak gerek. Avrupa’nın ünlü meydanları motorlu aracın kente egemen olmadığı dönemlerde yapılmışlardı. Bugün kendilerini motorlu araçların istilasından kurtarmaya çalışıyorlar. Biz o çağı hiç yakalayamamıştık. Meydan yokluğu yukarıda dile getirdiğim başka niteliklerin gelişmesini de kısıtladı ya da engelledi. Bugünün kentlerinde insanların, araçlardan rahatsız olmadan kullanabilecekleri meydanları arıyoruz. Bunlar eskisi gibi anıtsalla birlikte oluşmasalar bile, meydan geleneği olan Batı da, değişik niteliklerle tasarlanıyor ve gerçekleştiriliyor. İstanbul’un nüfusu 10 milyonu geçti. İnsanlarının büyük yaya alanlarına gereksinimi olduğu, Beyoğlu gibi iki kilometre uzunluğunda bir cadde trafiğe kapandığı zaman görüldü. Her boşluğu dolduracak kadar insan yaşıyor bu kentte. Şimdi yeni bir şansımız var. Meydan nedir bilmeyen bir toplum için yeni meydanlar gerek. Modeli geçmişte yok. Yaratmak zorundayız.

Yapı 256

http://www.yapi.com.tr/haberler/biz-neden-meydan-yapamiyoruz_61063.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!