Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

"İstanbul'da Yapılan Nitelikli Yapıların Neredeyse Hiçbiri İnsanları Yanına Çağırmıyor"

1982 - 1987 yılları arasında serbest mimar olarak turizm kompleksi ve konut yerleşimi projeleri gerçekleştiren, 1988’den 2000 yılına kadar Mutlu Çilingiroğlu’yla birlikte kurduğu MİAR Mimarlık Ltd. Şirketi’nde sürdürdüğü mimarlık ve kentsel tasarım çalışmalarına 2000 yılından bu yana kendi mimarlık bürosunda devam etmekte olan Adnan Kazmaoğlu,

Adnan KAZMAOĞLU
"İstanbul'da Yapılan Nitelikli Yapıların Neredeyse Hiçbiri İnsanları Yanına Çağırmıyor"

br/> 1982 - 1987 yılları arasında serbest mimar olarak turizm kompleksi ve konut yerleşimi projeleri gerçekleştiren, 1988’den 2000 yılına kadar Mutlu Çilingiroğlu’yla birlikte kurduğu MİAR Mimarlık Ltd. Şirketi’nde sürdürdüğü mimarlık ve kentsel tasarım çalışmalarına 2000 yılından bu yana kendi mimarlık bürosunda devam etmekte olan Adnan Kazmaoğlu, Türkiye'de herşeyin artık daha yapılabilir olduğu görüşünde.


Türkiye'de iş alma süreçlerini, mimarlık eğitiminin durumunu, yakın gelecekte Türkiye'de ve dünyada ne gibi değişiklikler beklediğini www.yapi.com.tr'ye anlatan Adnan Kazmaoğlu, günümüzde yeni denemeler yaparak iyi yapılar üretme olanağının arttığını söylüyor.

İş alma süreçlerinden bahsedebilir misiniz?
Yarışmalar, genellikle sizin iş almanızı sağlayabiliyor. Ama profesyonel iş yapanlar, kendi ilişkileri yoluyla iş alıyorlar. Burada en önemli etmen, tanınabilirlik. Ne kadar iyi tanınıyorsanız, o kadar iş geliyor. Bunu, çeşitli yöntemlerle sağlamak mümkün. Hak etmediği halde kendini medyada çok iyi lanse ederek iş alan mimarlar var; bir de sadece yaptığı işlerin referansı ile iş alan mimarlar var. Biz, hiçbir zaman iş aramadık. Bize, neredeyse 25 yıldır, kendiliğinden iş geliyor. Birbirini refere eden işler sayesinde, özellikle son 5 yıldır yapabileceğimizin 5 katı yoğunlukta iş geliyor.

Projeler iş alma sürecinde ne kadar etkili, iş veren en uygun proje konusunda ne kadar hassas ve bilinçli?
Hem İstanbul'un, hem de Türkiye'nin önde gelen pekçok firmasıyla çalıştık. Çoğuna ikinci, üçüncü işleri de yaptık. Genelde yeni tanıştığımız malsahipleri, bize, ya yaptıklarımızı görerek ya da başkalarından duyarak geliyorlar. Temel yaklaşımları, o 'iyi' şeyi en ucuza elde etmek. Hem iyi ürün istiyorlar, hem de proje ücreti ucuz olsun diyorlar. Büyük ya da küçük müteahhit olması bunu değiştirmiyor. Bu çerçevede, mimar ne kadar büyük iş yaparsa yapsın, daima mağdur durumda oluyor. Genelde, proje bedelini aşağıya çekmeye çalışıyorlar. Oysa proje bedeli, o malın proje bedelinin belki bin katı olan paralarının doğru harcanmasını sağlayacak bir enstrüman sadece. Projenin aslında sadece mimari bir tasarım olmadığını, aynı zamanda onların parasının bir harcama programı olduğunu anlatıyoruz.

Siz, toplu konut, site, turizm yatırımı gibi büyük projelere imza attınız. Yatırımın büyük olması, sürecin işleyişinde bazı farklılıklar getiriyor mu?
Bu işlere yeni giren ya da profesyonel tavır takınmak isteyenler, o konuya ilişkin referans istiyorlar. Yani, bir turistik tesis ise söz konusu olan, bir turistik tesis yapmış olmak gibi. Çok iyi bir mimar da olsanız, çok iyi tasarımlarınız da olsa, eğer bir turistik tesis projesi gerçekleştirmemişseniz, şüpheyle yaklaşıyorlar.

Aslında, bu kadar çok konut yapılmasına rağmen, konut çok bakir bir konudur. Çünkü, pek çok mimar bir konut ya da bir apartman yapmıştır; ama 3 binayı yan yana getirerek bir yerleşme yapmamıştır. Tekil bir konutu çözmek, bir yerleşmeyi çözmekten farklı bir şeydir. Yerleşme yapmamış bir mimarın, deneyim açısından onun sorunlarından uzak kalmış olması tercihi belirleyen bir unsur olabiliyor.

Mimarlık eğitimi hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce yeni düzenlemelere ihtiyaç var mı?
Ben, aşağı yukarı 6 yıl Yıldız Teknik Üniversitesi'nde hocalık yaptım. Sonrasında da, çeşitli bağlamlarda eğitim ile ilişkimi sürdürdüm. Elbette, klasik anlamda sürdürülen bir eğitimin içinde bir çok aksaklık da var. Zaten, eski klasik düzeni sürdürebilecek hoca kapasitesi de kalmadı. Avangard veya olağanüstü bir tasarımsal kaliteyi geçtik, doğru yapı yapmayı öğretmek bile zorlaştı artık. O çapta hoca sayısının çok az olması bir yana, heyecanlı insan sayısı da azaldı. Çünkü oluşturulan üniversite düzeni içerisinde içe kapalı, dışarıyla aktif kurgusu olmayan bir sistem var. Durum böyle olunca, çağdaş binalar yapan ya da o yönde çizgisini sürdüren insanlar, eğitime katkı veremez duruma geliyorlar.

Yıldız Teknik Üniversitesi, bu anlamda farklı bir uygulama yapıyor. Dışarıdan birçok insanı proje hocası olarak bünyesine alıyor ve onlar aracılığıyla gerçekliklerle daha bağlantılı bir mimarlık eğitimi verme çabasını sürdürmeye çalışıyor. Ama bence, İstanbul Teknik Üniversitesi ya da Mimar Sinan Üniversitesi, şu an çok iyi durumda değil. Belki piyasada doğru işler yapan insanları üniversitelere çekerek ve onlardan istifade ederek, donmuş olan eğitim düzenini en azından biraz hareketlendirme şansına sahip olabilirler.

Yıllardır, büromuzda çeşitli üniversitelerden mimar ve öğrenci arkadaşlarımız gelip çalışıyorlar. Görüyoruz ki, bazı konuları mimar olarak çoğuna teslim etmek güç. Çünkü hem gerçek bir donanımla gelmiyorlar, hem de çoğunun heyecanı kırılmış oluyor.

Belki 20 - 25 yıl öncesine kadar farklı bir heyecan, deneyimli hocaların oluşturduğu farklı bir ekol vardı. Bunun istikrarı ve sürekliliği, insanları bir yere kadar taşıdı. Ama zamanın değişmesi ile çizim ve tasarım araçları da değişti, bilgisayar devreye girdi. Okullarda hala ilk üç yıl bilgisayarla mimari proje çizimi yaptırmıyorlar. Oysa öğrencilerin, kapıdan girdiği andan başlayarak bilgisayarla çizim yapmaya başlaması gerek. Biz, büromuzda gönye ve T cetveli kullanmıyoruz. Ayrıca, bilgisayar sadece bir çizim aracı değil ki, tasarım platformunu değiştiren bir araç.

Ama yine de Türkiye'de iyi kötü oturmuş bir gelenek var. Dünyayı gözlüyorum, her zaman onlarla yarışabilecek durumdayız. Bizim öğrencilerimizde biraz heyecan eksikliği, biraz örselenmişlik var. Biraz ufku geniş tutarak, gerçek hayatla ilişkili yapılması gereken işler var. Çok somut bir örnek vereyim, Teknik Üniversite, Mimar Sinan ve ODTÜ dahil çoğu üniversitede, öğrencilerden projeler istenir. Fakat konut, yapılan neredeyse son projedir. Oysa, piyasaya çıktığın zaman yapılan işlerin yüzde 90'ını konut oluşturur.

Mimarlık eğitiminin süresinin kaç yıl olması gerektiği tartışılıyor. Siz katılıyor musunuz bu tartışmalara? Ayrıca, eğitimin genelinde bir iyileştirme olmadan mimarlık eğitiminde bir iyileştirme yapılabilir mi?
Tek başına süreyi uzatmak yeterli değil. Ama, mimarlık eğitimi için dört yıl gerçekten yeterli değil. Yurtdışında, beş yıl olan okulu da beş yılda bitiremiyorsun, 7 - 10 yıl sürüyor. Pekçok ülkede, okul sonrası belirli bir süre çeşitli bürolarda çalışman gerekiyor ve yetkin bir kuruluş seni tekrar sınavdan geçiriyor. Bu, piyasayı tanımana, gerçek hayattaki yapı formatını içselleştirmene yardımcı oluyor. Süre, geneli içerdiği için önemli. Öyleleri vardır ki, üç yılda da iyi bir mimar olabilir.

"Nasıl bir mimari, nasıl bir mimar" istediğimizi biliyor muyuz? Böyle bir çerçeve çizmek doğru mu?
Bir tanımlama yaparak ve bir format oluşturarak "Ben şöyle bir mimar istiyorum" demek, baştan hata yapmak olur. Artık herşey çok hızlı gelişiyor ve değişiyor. Belki, tasarımsal heyecanı ve araştırmayı öğretmeyi temele almak daha doğru. Kalpte heyecan olmadığı zaman, istediğiniz kadar donanımlı olun, beş yıl sonrasına adapte olmanız o kadar kolay değil. Araştırmaya şartlanmış, perspektifi açık, herşeyi kendisi bulmaya yönelmiş bir adam yetiştirmek yeterli. Bırakın kendi yolunu kendisi bulsun. İnsanlara heyecan aşılayın.

Bu anlamda üniversitelerde değişime karşı bir direnç olduğunu söylemek mümkün mü?
Var. Çünkü, hocalar bir süre sonra statik hale geliyor. Kendileri değişmediği için, öğrenciyi de değiştirme şansları olmuyor. Bu nedenle, özellikle mimarlık eğitiminin piyasa ile iç içe olması gerek. Mimarlığa, bir laboratuara kapanarak yapılabilen bir bilim gözüyle bakamayız. Neticede, inşa ediyoruz. İçine girdiğimiz binalar yapıyoruz. Dolayısıyla, o statikliği kırdığınız ölçüde daha heyecanlandırıcı, zevkli bir eğitim olur en azından.

Türkiye ve dünya mimarlığında yakın gelecekte ne gibi değişimler bekliyorsunuz?
Türkiye'de herşey daha yapılabilir oldu. 1970 - 80'li yıllara kadar, gerçek anlamda bir sermaye birikiminden söz etmek mümkün değildi. Elbette, bunun başlangıcı da sancılı oluyor. Yerine oturmamış arzular, fikirler, hazmedilmemiş yenilikler ve bunların yansıması olarak yapılmış binalar... Ama artık, herşey daha yapılabilir. 1980'li yıllardan başlayarak, Türkiye'de hem üretim anlamında hem de tüketim anlamında büyük bir kapasite oluştu. İstanbul'da bir yıl içinde yapılan inşaat miktarının, bütün Avrupa'dan daha fazla olduğu gözlemimi aktarmak isterim. Dolayısıyla, yeni denemeler yapma ve iyi binalar üretme imkanı da arttı.

Güzel işler artıyor, kendini güzel işlerle ifade etmek isteyen mimar sayısı da artıyor. Ben, ileriye umutla bakıyorum. Ama, yasaların ve yönetmeliklerin de yapılan işlerle paralel olarak değişmesi gerek. Ekonominin gidişatı muhakkak bu doğrultuda zorlayıcı olacak, ama Mimarlar Odası'nın, mimarların ve ilgili çevrelerin de bu doğrultuda katkıda bulunmaları gerek. Bence İstanbul'da olumlu bir gidiş var.

Dünya da çok renklendi. Yapı türleri de, bilgi çağını yansıtmaya başladı. Özellikle mimaride strüktürler, yapı formatları ile birlikte, hepimizin merakla izleyeceği yeni bir dünya oluşuyor.

Yasal mevzuatın da işlerle paralel değişmesi gerektiğinden bahsettiniz. Sizce sorun yasaların yetersizliği mi, yoksa uygulanmaması mı?
Yasalarda, yönetmeliklerde yapılan değişiklikler çok gerekli ve uygulamaya yansıyor. İhmal edilmiş, öylesine çağ dışı kurallar var ki, bürokratlar bunları hiçbir yorum imkanı bırakmadan kullanıyorlar. Bunların hepsinin çağdaş anlamda değişmesi gerek. Çünkü, bunlar mimarın enstrümanlarıdır, doğru tanımlamak gerek. Bunun dışında, bazı kurumlara, kendi ölçeklerinde daha esnek yetkiler verilmesi gerek. Bu konuda, etik yanı kuvvetli olan bir yöntem oluşturulmalı.

Bu anlamda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde oluşturulan İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi (İMP) nasıl bir katkı yapabilir?
Aslında orada iyi işler yapılıyor, ama belki yeterince iyi duyurulamıyor. Bu, arka plandaki siyasi yapı ne olursa olsun, İstanbul için yapılmış bir oluşum. Orada yapılan çalışmalardan bazılarına ben de katıldım, gerçekten herkesle birebir açık ilişki içindeler. İstanbul'un sorunları gerçekten çok karmaşık. Böyle bir yapıyı doğru çizgide götürebilmek, başlı başına bir başarı. Bildiğim kadarıyla şu an İMP'te 350 kişi çalışıyor ve zaman içinde bu rakam 500'ü bulacak. Bunun içinde akademisyenler, meslek adamları, araştırmacılar var; sivil toplum örgütlerine açıklar. Orası, İstanbul için bir şans. Bana sorarsanız, şu an orası en iyi üniversite.

Elbette bazı şeylerin gerçekleşmesi siyasete bağlı, çünkü son kararı onlar veriyor. Eğer İstanbul için gerçekçi olacaksak, bütünü kurtaracaksak, bazı şeyler bunun diyeti olabilir. İstanbul'un trafik sorununu çözebiliyorsak, merkezler hiyerarşisini kurabiliyorsak, iş ve konut alanlarının yoğunluğunu dengeli kurmuşsak, rekreasyon alanlarını doğru planlamışsak, kıyılar doğru kullanılıyorsa -ki bu merkez bunlar için çalışıyor- yapılanları dikkatle izleyip destek olmalıyız.

İstanbul ve Anadolu kentleri arasındaki mimari gündem farklılığına nasıl bakıyorsunuz?
Korkunç bir uçurum var arada. Anadolu kentlerinin varolan kimlikleri yok edildi ve şimdi tamamen kimliksiz bir şekilde gelişiyorlar. Yeni yapılaşmalar, doğru konseptlerle ve doğru kişiler tarafından yapılmadığı için, inanılmaz bir tekdüzelik içindeler. Eskiden, Manisa kent merkezinde Rum evlerinden oluşan güzel bir mimari doku vardı. Yapı kalitesi çok iyi binalardı ve korunmaları çok kolaydı. Artık izleri bile yok. Yerlerinde, ne olduğu belli olmayan bir yapı bileşeni var. Küçük kentlerde güçlü sermaye grupları olmadığı için, belirli bir kalitede yapı talebi olmuyor. Yapı kültürünü daha çok konutlar belirliyor. Bir kent imajı ya da doğru bir kentleşme beklemek hayal gibi görünüyor. İstanbul'da hiç olmazsa çeşitli vahalarımız var, oralarda bu da yok.

Küreselleşme nasıl etkileyecek bu kimliksizleşme sürecini?
Kaçınılmaz olan birşey var, bir süre sonra hepimiz dünya vatandaşı olacağız. Dolayısıyla, bazı şeylerin benzer hale gelmesi kaçınılmaz. Çünkü, yaşam tarzlarımız giderek benzeşiyor. Yerel tatları kaybetmeden bu değişimden geçebilmek gerçek bir başarı. Belki de, bunu becerebilen ülkeler geleceğin ileri ülkeleri olacak. Japonya'da bir modernleşme olmuş, ama tavır, tarz olarak bir Japon mimarisinden bahsedebiliyoruz. Yerel tatları çağdaş yaklaşımlar içerisinde, öykünmeden sürdürebilen bir yapı, kimlikli ve özgün olacak.

Diğer önemli nokta da, mevcut olanı doğru korumuş olmak. İstanbul'da varolan değerleri doğru korumuşsanız, orası New York'a benzemez. Elbette, benzeşmeyecek şeyler de var. Bir Avrupalı'nın yaşama alanlarına yaklaşımı farklı, İstanbullunun yaklaşımı farklı. Bence, varolanları korumak yeterli. Onlardan yenilerine katılan bir şeyler muhakkak olur.

Gündemde yeni kentsel dönüşüm ve koruma projeleri var.
Dünyada genel kabul gören iyi niyetli bir yaklaşım vardır: Orada yaşayan insanlarla birlikte korumak. Ama pratikte hiçbir zaman böyle olmaz. Zeyrek'te, Tarlabaşı'nda ya da başka bir yerde, bir fiziki çevreyi belli bir ölçüde olsa bile değiştirdiğiniz zaman, hemen piyasa mekanizmaları işlemeye başlıyor. Oradaki değerlerin el değiştirmesi gündeme geliyor. Oradaki insanlar, mali anlamda yaşamı sürdüremez hale gelebiliyorlar, orayı birisine satmayı düşünmeye başlayabiliyorlar. Ayrıca, örneğin Beyoğlu bölgesini düşünecek olursanız, Beyoğlu bölgesinde yaşayanlar o mimariyi oluşturan insanlar değil ki. İnsanların sosyal anlamda mağdur edilmemesi, başka bir başlık altında düşünülebilir.

Yapılan yenilemenin kamusal ağırlığını iyi ayarlamak yeterli bence. Genele, insanlara, kamuya daha hizmet edebilir niteliğe sokulabiliyorsa, bu başarıdır.

Sizce mimari - mimarlık, insanı ihmal mi ediyor?
Maalesef, yapılan kimi işler çok rant ağırlıklı. Özellikle İstanbul'da, yeni yapılan binalarda kamusal bir katkı yok. Diyelim ki, Maslak'ta bir gökdelen yapıyorsunuz. Kapitalizmin ağababası olan New York'ta bir gökdelen yaptığınız zaman, kent sizden şunu bekliyor: "Biz sana bu 100 katı veriyoruz, ama zemindeki ve onun hemen üstündeki platformu kamuya açacaksın". Orada, binaya yaklaşabiliyorsun. Bizde, yapılaşma henüz o hassasiyete ulaşamadı. İstanbul'da yapılan nitelikli yapıların, neredeyse hiçbirisi insanları yanına çağırmıyor. Siteler de öyle, küçük vahalar yaratıyoruz. Kentin diğer birimleri doğru çalışsa, bunları da bir kent dokusu şeklinde değerlendirebilirsiniz. Ama kentin kamusal alanlarının doğru kullanılması gerek. Biz, varolanları doğru kullanmıyoruz.

Siz kendinizi nasıl besliyorsunuz?
Yabancı yayınların yanı sıra, Türkiye'de nitelikli kabul edilebilecek birkaç mimarlık dergisi var. Onları takip ediyoruz. Yapı-Endüstri Merkezi'nin çok yakınımızda olması başka bir avantaj bizim için. Orası, bizim kütüphanemiz gibi. Şimdi, eskiden olmadığı kadar çok yayın sunumu var. Ben kendimi, temel olarak çok iş yaparak, antrenmanla besliyorum. Bu, biraz da içinizdeki heyecana bağlı. Ben hala pek çok şeyi heyecanla izliyorum.

http://www.yapi.com.tr/haberler/istanbulda-yapilan-nitelikli-yapilarin-neredeyse-hicbiri-insanlari-yanina-cagirmiyor_61074.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!