rtık neredeyse gündelik yaşamın her alanının tek 'motto'su halin gelen 'hız', gündemimizin de ana kahramanı. Öncelik karmaşası, ulusal - uluslararası ve hatta yerel gündemin yoğun devinimine eklenince, bize ancak sorunlarla boğuşmak kalıyor.
Gündemde ancak magazin ya da skandal boyutuyla kendisine yer bulabilen mimari, kentleşme, koruma, çevre sorunları, eğitim gibi konularda, ancak yaşamımızı kesintiye uğratmaya başladığı noktada kafa yormaya başlıyoruz. Yaşanmaz hale gelen kentlerimiz, artık iflas eden trafik bunun en güzel örnekleri olsa gerek. Usta mimar Cengiz Bektaş ile güncel sorunlara da değinerek, mimarlık, iş alım süreçleri, mimar - iş veren ilişkisi, mimarlık eğitimi ve bir mimar olarak kendini beslemek üzerine konuştuk.
Türkiye'de iş alma süreci nasıl işliyor?
Mimar olarak adını duyurmak isteyen bir insanın ilk deneyeceği yol yarışmalardır. Yarışmalar, günlük gazetelerde yayınlanır ve insanlar da görürler. Örneğin, sık sık Cengiz Bektaş adı geçiyor. Kendisinin de böyle bir sorunu olduğu zaman, bu aklına gelir. Yani doktor seçmek gibi, 'Bak, şu adam genç, birçok yarışmada adı geçiyor' diyerek sizin üzerinizde durur. Ama yarışmaları tamamen bir seçme meselesi olarak gördükleri için, iş dağıtma düzeneği haline getirdiler. Yarışmaların, iş dağıtma düzeneği olarak kullanılması, kötü bir kullanım.
Bir yarışmaya, o güne kadar yapılan işlerden farklı bir söylemle katılıp derece alıyorsanız, bu önemli. Bu yarışmalarla hem kendinizi dener ve tanımış olursunuz, hem de tanıtmış olursunuz. Kısıtlı bir süre için de olsa, ben de yarışmalara bu şekilde girdim. İlk ve son katıldığım yarışmalar arasında geçen süre 5 buçuk yıl sanıyorum. Orada gerçekten adımı duyurdum ve iş gelmeye başladı. İş geldiği halde hala yarışma yapmak, ya tatminsizliktendir ya da alkış hastalığındandır. Mesleğe saygı, bir ikincil olay olmuş oluyor bu şekilde.
Elbette, mesleki birikiminiz ve deneyiminiz nedeniyle söyleyecek sözünüz olabileceği düşüncesiyle çağrılı olarak katıldığınız yarışmalar olabilir, bunun için farklı düşünüş yolları olabilir. Ancak, yarışmalarla adını duyuran kişi, iş gelmeye başladıktan sonra artık kendini işine vermelidir. Bugüne kadar katıldığım yarışmalarda 25'in üzerinde ödül almışım, en fazla süre harcadığım yarışma ilk yarışmaydı: Lizbon Büyükelçiliği, 30 gün. Daha önce, Almanya'da ustamla birlikte Madrid Büyükelçiliği'ni yapmıştım. Örneğin, oraya verdiğim zaman 6 - 8 aydı. Doğrudan iş olarak bana gelseydi, belki bir yıl sürerdi. 20 günde yapılan işle bir yıl sürecek iş arasında, elbette ciddiyet farkı oluyor. Bu nedenle, elinde iş varken yarışmaya katılınılmasını doğru bulmuyorum.
İş almaya başladıktan sonra, size iş bulacak olan artık sizin kendi işinizdir. İşinize özen gösterirseniz, işsiz kalmıyorsunuz. Bu noktada, gelen işleri gerçekten iyi tanılamak gerekiyor: Kim benim bu durumumdan yararlanmak için bana geliyor, kim gerçekten iş yaptırmak için geliyor? Örneğin, adamın bir yeşil alanda gözü var, "Bu adama çok inanılıyor. Ben bu adamla iş birliği yaparsam, ona hayır demezler ve oraya konut izni de verirler" diye geliyor. Bu şekilde gelindiği zaman ve hayır dediğimizde, çevremizde Don Kişot gibi görülüyoruz. Halbuki, bu bizim kuşağımız için namus meselesi. En azından ben öyle görüyorum. O yola düşmemek için gelen insanları seçiyorsunuz. Buna rağmen işsiz kalmıyorsanız, bu size duyulan güvenden kaynaklanıyor.
İş gelen bir büronuz varsa, bundan sonrası kendi kişisel seçiminiz. Ben, en çok iş yapmış kişilerden birisi olarak, mimarlıktan para kazanılamayacağını biliyorum. Sedad Hakkı, "Nasıl yapabiliyorsunuz efendim" diye sorduğunda, ona "Hayat standardımın tavanını çizdim" cevabını vermiştim. O standardı çizdiğiniz zaman, daha fazla hayır deme olanağınız oluyor. İnsanların bir yaştan sonra karşı karşıya kaldıkları sorunlardan birisi de bu. Orada artık iş bulmak ya da bulmamak gibi bir sorun yok. Yüksek çizdiğiniz hayat standardını düşürmemek gibi bir sorununuz varsa, işte o zaman istemediğiniz bir şeylere de evet demek zorunda kalırsınız.
Mimar - işveren ilişkisinde mimar ne kadar söz sahibi?
Benim uygulamamda, mal sahibinin mutluluğu temel. Ama o mutluluk aldatıcı, geçici modalara bağlı olmamalı. Ona, bugün moda olan bir '-izm' ile hizmet ettiğim zaman, 5 yıl sonra "Beni aldattın" diyecek. Örneğin, postmodern yapı şimdi nasıl komik kalıyor değil mi? Mal sahibinin mutluluğu derken, bir 'insan' olarak mutluluğundan söz ediyorum. Benim ona kendi dalımda bir kültür aktarma, doğru bir seçim yapmasını sağlama zorunluluğum var. Birkaç mal sahibi, "Yaşamımızı değiştirdin" demişti. İşte o zaman ben işimi doğru yapmış oluyorum.
Son Dubai Kuleleri örneğinde de gördüğümüz gibi, pekçok durumda ortada projeler var ama mimar yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bunlar tamamen politik ve parasal ilişkiler. Adam, yatırım yapacağı, kendisine en çok kazanma olanağı sunan yeri belirliyor. İstanbul'un yönetimi de, bu satışta kendini vitrine koyuyor. İsviçre'de, Paris'te bunu yapabilir mi? İstanbul'da yapabildiği için İstanbul'a geliyor. Daha önce böyle insanlar tanıdım. Danimarkalı büyük bir inşaat şirketi, büyük bir ön yapım ögeler üretme yeri kurmuştu. Bütün dünyada ön yapımla yapılabilecek iş arıyordu. Talep yoksa eğer, kimilerine gidip "Ben size kredi vereceğim, sizin şu sorunlarınızı çözeceğim." diyerek kendilerine iş alanı üretiyorlardı.
Konu, baştan aşağı mimarlık disiplinin temel ilkelerine göre yanlış. Yapı bir sosyal gereksinim olarak ortaya çıkarsa, onun üzerine eğilinilir. O zaman da, benim koşullarımın ve kültürel birikimimin bu işin içinde rol oynaması gerekir. "Ben bütün dünya için mimarlık yapacağım" iddiası bir safsata. Bilemez çünkü. Bir Danimarkalı'nın kadınla nasıl seviştiğini, nasıl yemek yediğini, nasıl yıkandığını vb bilmeyen bir adam, onun konutunu nasıl yapacak?
Burada Meslek Odalarının, derneklerin durduğu yer ne olmalı?
Meslek odalarının ödevi, iş ortamının belirli ilkeler içerisinde doğru düzgün oluşması için gerekenleri yapmaktır. Kendisi mimarlık yapmaya, mimarlık, şehircilik üzerine ahkam kesmeye kalkarsa eğer, bu yanlış olur. Peki, Mimarlar Odası nasıl ahkam keser bu konularda? O konudaki deneyimli bütün üyelerini çağırır, onların bileşkesi olan bir sonucu, başka disiplinlerden gelecek bilgilerle birlikte tartışılmak üzere sunar. Zamanında söylediğim bir laf epey tutulmuştu: "Papa, en iyi katolik değildir". Hele Mimarlar Odası, kesinlikle en iyi mimar değildir.
Mimarlık eğitiminde neler eksik, ne gibi düzenlemeler yapılmalı?
Gazetelerin birisinde şöyle bir şey vardı: "Eğitimde konuşulanlarla dışarıda konuşulanların hiçbir ilişkisi yok". Dışarıda ve eğitimde başka başka şeyler konuşuluyorsa, öğrenci şaşkınlığa düşer. Genellikle eğitimi suçlar. Çünkü, karnı işle doyacak. Onun için aradaki kopukluk, ülkenin yararına olmaz genellikle. Biz uluslararası düzeyde de baksak, kendi gerçeklerimizden yola çıkarak da baksak, çok gerideyiz.
Bir kere, 4 yıllık süre hiçbir şey. Bunu, ana malcı ülkeler bile 5 buçuk - altı yıl düzeyinde tutuyorlar. Giderek, yasal olarak 4 yıl olsa bile, bunu uzatmanın yollarını buluyorlar. Münih'te böyleydi. Eğitim süresini 5 yıla çıkarmak için başvurdular. Politikacılar "Politik olarak bunu yapamayız, ama siz öğrencileri sınıfta bırakarak 5 yılda bitirtin" yanıtını verdiler. Üniversitenin, bu konudaki sorumluluklarına sahip çıkması gerek. Yasa böyle olabilir, ama sen nasıl doğru yetişeceğine inanıyorsan, sözü oraya getir ve onu geçerli kılmaya çalış. Sen, Türkiye'nin geleceğinde rol oynayacak insanların doğru düzgün yetiştirilmesinden, kültürlü olmalarından, okuyup yazmalarından, doğru düzgün yorum yapabilecek düzeyde genel kültüre sahip olmalarından sorumlusun.
Yalnızca teknik bilgi donanımından söz etmiyorum.Teknik bilgi donanımının ilkelerini öğretirsin, o kendisi toparlar. Bugün, okullarımızda böyle bir şey yok. Örneğin, sosyal bilimlerle ilgili dersler belirli bir ağırlıkta olmadığı sürece, olmaz. Ben kendim de ders veriyorum. Zor olmasına karşın, bir sorumluluk olarak yapıyorum bunu. Onların söyledikleri başlıklarda da vermiyorum. Diyorlar ki, "Felsefe anlat". Ben nasıl felsefe anlatırım "antik" sözcüğünün anlamını bilmeyen adama? Ben kendi dersimi, kendi düşündüğüm şekilde kurguluyorum.
Mimarlık eğitimi alacak öğrenciler için farklı bir lise eğitimi gerekli mi?
Hayır, kesinlikle hayır. Ama belki şu olabilir. Örneğin İngiltere'de 2 yıl okul ve sonrasında bir yıl staj, bir 2 yıl daha ve yine staj gelir. Yoksa bitirme sınavını alamaz.
Mimarlığın yakın geleceğinde Türkiye'de ve dünyada ne gibi değişiklikler bekliyorsunuz?
Bugüne kadar sanki idealizm uğruna yapıldığını sandığımız şeylerin, bir zorunluluk durumuna geldiğini görüyoruz. Artık zorunlu olarak, daha sağlıklı yaşam biçimleri, yapılar üretebilmek için bunu bilmek zorundayız. Gelecekteki mimarlık, zorunlu olarak daha sağlıklı bir ortamın elde edilmesi konusunda bilgilenmek ve o ayarda iş yapmak zorunda kalacak.
Türkiye'de sorunların yasaların olmamasından değil, uygulanmamasından kaynaklandığı hep dile getirilir. Özellikle AB mevzuatlarına uyum çerçevesinde pekçok değişiklik yapılıyor, ancak neyin ne olduğunu izlemek çok zor. Siz ne diyorsunuz?
Batı, pekçok şeyi bizden önce yaşadığı için, belirli deneyimlerin sonucunda belli yasalar koyuyor. Bunların içinden bizim için geçerli olanları seçmek gerekiyor. Bunu da tek başına bir mimar yapamaz. Kim yapar? Örgütü. Örgütü de Mimarlar Odası. Mimarlar Odası, son dönemde bunu yapıyor. 'Yeterli' ya da 'yetersiz' tartışmasına girmeye gerek yok. Her mimarın, bu konuda Mimarlar Odası'nı desteklemesi gerekiyor.
Kentsel Dönüşüm vs adı altında yeni uygulamalar gündemde.
Ustaca bir "kamuflaj" yaptıklarını sanıyorlar. Kentsel dönüşüm, kentlinin dönüşümü ile olabilir. Kentlinin dönüşümü de kültür ile mümkün olabilir. Hangi proje kaynaştıracak insanları, var mı öyle bir proje, duyduk mu? Belediyenin temel ödevi kentliyi yaratmaktır.
Küreselleşme ile birlikte yerel değerler hızla aşınıyor. Mimarlık nasıl etkileniyor bundan?
Yerellik, iyi tartışılması gereken bir konu. Benim için İstanbul'da yerellik, her inançtan insanın birarada yaşayabilmesidir. Bu yerellik tanımı, acaba Kadir Topbaş'a ya da Tayyip Erdoğan'a da uygun geliyor mu? Onların korumaya çalışacağı yerellik ne olacak?
Aslında burada mimarların da, şehircilerin de başka açılardan suçları var. Yapılmış pekçok şehircilik projesinin uygulanmamasının bir şans olduğunu söyleyebilmeliyiz. Bazı projeler uygulanmış olsaydı, bugün kimi kentlerimizde tek bir tarihi eser kalmayacaktı. Yerellik, Anadolu'nun genel kültürü içine konulacak bir şey. Kentler, Malatya'daki yerellik ile Denizli'deki yerellik farklı olduğu için farklıydı. Oysa şimdi biz, tek tip mimar yetiştiriyoruz ve bu mimar da kopyacı bir mimar. Aslında, Abdülhamid zamanından bu yana böyle.
Kendinizi mesleki anlamda nasıl besliyorsunuz? Türkiye'deki mimari yayınlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
İngiltere'de iki mimarlık dergisi çıkıyor. Türkiye'de ise 7. Yeni hazırlıklar da var. Yapı Dergisi, aldığı ilanların bile grafik niteliğine bakıyor. Bu 7 dergi içinde, doğru dürüst bir mimarlık kültürüyle yönetilen iki- üç dergi sayılabilir mi bilmiyorum. Eskiden çantasının içine kitap doldurup, mimarlık işliklerini dolaşarak kitap satmaya çalışan kişiler yayıncılığa soyundular. Çünkü kolay gidiyor bu işler. Bununla mimarlık ortamı yaratılamaz. Onun için, yayınları izlerken seçici olmak zorundasınız. Yabancı yayınlar için de geçerli bu. Dışarıdan seçeceğiniz yayınları da tartışanlar ve tartışmayanlar diye ayırma zorunluluğu var.
Ben kendimi nasıl ayakta tutuyorum? Sosyal etkinliklerim bunun yollarından birisi. Benim kitaplığımda 10 bin kitap var. Belki iddia olur, ama pekçok üniversitenin kitaplığından daha varsıl olduğunu söylüyorlar.
Bir diğeri de genç kuşaklarla iletişim. Ders vermeye çalışmamın nedenlerinden birisi de bu. Bunu en iyi yapabilecek kişi olduğum savında elbette değilim; ama uygulama alanında benim de söyleyeceklerim olduğu için. 71 yaşındayım. "Artık yeter" diyebilirim. 20'nin üzerinde sivil toplum kuruluşuna üyeyim ve bunların bazılarında etkin üyeyim. Toplumun damarlarını parmaklarımın ucundaymış gibi duyumsayabilirim. Ama yetmiyor, sonuna dek böyle gitmeli.
Sizce de bizde az mı yazılıyor?
Eskiye göre daha çok yazılıyor. Ben, çok dostumu yazmaya iteledim. Zorlananlar oldu, açılanlar oldu. Ama yazmak şöyle olmalı. Eskilerin dediği gibi, "Elinle yazmak, ayağınla değil". Yazdığın her sözcüğün hesabını verebilmesinin. Nitelik açısından az yazılıyor. Çünkü, hala handikaplarımız ve önyargılarımız var. Bunun için, insanların sorgulanması gerek. Sorgulanması için de, canlı bir toplumsal yaşantının bunları sürekli sorguluyor olması gerek. Bizde kutuplarla uğraşılıyor hala. Kurumlaşma yok.
Bellek de yok, değil mi?
Onu ben hep söylüyorum. Bizim toplumumuz belleği olmayan bir toplum. Zeka şudur benim için. Bir belleğiniz olacak, bir konu ortaya çıktığında, bellek içinde karşılaştırmalar yapabileceksiniz. Bellek yoksa bunu nasıl yapacak?
|