Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Olaylar-Yorumlar... Sömürgecilik Savaşında Tarih Yağması

Doğan HASOL
Olaylar-Yorumlar... Sömürgecilik Savaşında Tarih Yağması

br/> • Kan, gözyaşı... Büyük bir insanlık dramı...
• Yanan, yıkılan tarihsel şehirler, tarihsel yapılar... Bağdat, Basra...
• Kolları, bacakları kopmuş çocuklar... Yaşamını yitiren binlerce masum insan...
• Bilinçli olarak bombalanan otelde ölen gazeteciler...
• Bombalanan bağımsız El Cezire ve Dubai TV istasyonları...
• Susuzluk, açlık, ilaçsızlık, binlerce yaralıya yapılan narkozsuz ameliyatlar...
• Yalnızca Iraklı çocukların değil, TV yayınları nedeniyle bütün dünya çocuklarının hiç unutamayacakları dehşet dolu, insanlık dışı sahneler...
• Eşlerinin, çocuklarının gözleri önünde başlarına torba geçirilip, elleri arkadan kelepçelenen, yerlerde sürüklenen, araçlara tıkılıp bilinmeyen bir yöne götürülen Iraklı esirler...
• İşgal... Yağma... ABD’li askerin elini öpen utanmaz yağmacı...
• Bombalanan Tikrit ve Musul Müzeleri, Bağdat’taki Mustansıriye Medresesi, El Zohur Sarayı; tanklarla ezilen antik Mezopotamya kalıntıları...
• Yağmalanan hastaneler, devlet daireleri, müzeler, kütüphaneler... Yok edilen binlerce yıllık kültür varlıkları, yok edilen tarih... Hülagû’dan bu yana Bağdat’ta, belki de dünya tarihinde görülen en büyük yıkım ve yağmalama... Yağmalanmasına izin verilmeyen tek yer Petrol Bakanlığı...

ABD, yardakçı ortağı İngiltere ile birlikte Irak’a saldırıyor ve işgal ediyor. Bütün bunlar niçin?
Saldırının gerekçeleri şöyle açıklanıyordu: Irak’ı sahip olduğu biyolojik ve kimyasal kitle imha silahlarından arındırmak; terörün kaynaklarını yok ederek ABD’yi ve dünyayı terörden korumak; Saddam Hüseyin rejimini devirip Irak’a huzur, barış, özgürlük ve demokrasi getirmek.
Gerekçeler bunlardı. Gerçekler ise şöyle:
Evet, Saddam diktatördü... Öte yandan, petrolü İngilizlerin elinden alıp millileştiren adamdı. Son zamanlarda Fransa, Rusya ve Çin’le yeni petrol anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar anılan ülkelerle birlikte Irak’ın elini güçlendiriyor, ancak ABD çıkarlarını ve dolarını tehdit ediyordu. ABD giderek azalan kendi petrol rezervlerini çok özenle kullanırken gereksinmesini dışalımla karşılamaktaydı. Rastlantıya bakın ki tarihin bu döneminde ABD yönetiminin başındaki şahinlerin hemen tümü “petrol” kökenliydiler.
Irak’ın düşmesinden sonra gerekçelerin birer bahane olmaktan öteye gitmediği ortaya çıktı. Kitle imha silahları bulunamamıştı, Saddam ortalarda yoktu; aslında, nerede olduğu da kimsenin umurunda değildi (tıpkı Afganistan ve Usame Bin Ladin örneğindeki gibi). Demokrasi ve özgürlük ise zamanla görülecekti. Şimdilik gelen yalnızca kargaşaydı.
Birleşmiş Milletlerin ve güçlü devletlerin hiçe sayılmasıyla bütün dünyanın gözü önünde yaşananlar temelde, ABD’nin petrole ve dünyanın zengin yeraltı-yerüstü kaynaklarına egemen olmak adına yaptıklarıydı. Bir çeşit “yeni nesil sömürgecilik”... Meşruluğun aranamayacağı, kaba kuvvetin, saldırganlığın egemen olacağı yeni bir düzen...
15. yüzyılın sonlarından başlayarak çeşitli Avrupa devletlerinin dünyanın geniş alanlarını kendi ekonomileri adına ele geçirip işletmeleri amacıyla ortaya çıkardıkları süreç, çeşitli değişimler göstererek 1945’e, İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar sürmüştü. Sömürgecilik Avrupalıların 1488’de Afrika’nın güney ucunu dolanıp Hindistan’a ulaşmaları ve 1492’de de Amerika Kıtasını keşfetmeleriyle başlamıştı. 15. yüzyıldan bu yana savaşların çoğunun sömürgecilik uğruna yapıldığı biliniyor. Dünya savaşları bile sömürgecilik kavramına ve hedefine dayalı savaşlardı. 1945’ten sonra yeni ulusların bağımsızlık ve egemenliklerine kavuşma çabalarıyla sömürgecilik çözülmeye başlamış ve büyük ölçüde çözülmüştü. Örneğin İngiltere, artık toprakları üzerinde güneş batmayan imparatorluk değildi.
Sömürgecilik tarihinin dünya yüzündeki en önemli coğrafi bölgelerinden birinin Amerika kıtası olduğu gözardı edilmemeli. ABD’nin, sömürgecilik tarihini o kıtada yaratanların torunlarının ülkesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Azteklerin, İnkaların, Kızılderililerin nelerle karşılaştıklarını tarih yazıyor. ABD’lilerin, kısmen ataları da olan eski işbilir sömürgecilerden İngilizlerle savaş koalisyonu kurmaları da bu nedenle yadırganmamalı.
Vaktiyle güçlü sömürgecilik için denizlerde söz sahibi olmak yetiyordu; günümüzde havaya ve uzaya egemen olmak gerekiyor. Stratejisi artık tümüyle küresel olan ABD, bu güce bütün ülkelerden daha çok sahip. Sömürgecilik tohumları ise damarlarındaki kanda var.
Kültürel değerlerin yağmalanmasına gelince... Irak’taki kültür varlıkları tahribatının rastlantı ya da ihmalden kaynaklanmadığı, tümüyle bilinçli olduğu açıktır. “ABD ve İngiltere’de yaşayan, kültürel miras bilincindeki çok sayıda arkeolog, tarihçi, sanatçı savaş merkezlerini önceden uyarmaya çalıştılar. Bunlardan bazıları ABD’de Pentagon’a ulaşabildi. Pentagon’a bu konuda danışmanlık yapan Chicago Üniversitesi Irak uzmanı McGuire Gibson şunları söylüyor: “Pentagon’un elinde 150’lik bir liste vardı. Biz onlara dört bin yer daha verdik. Ancak bu, ülkedeki zenginliğin yüzde 10-15’i” (1).
Kendi köklerinden koparak “yeni dünya”ya yerleşmiş tarihsiz bir toplumdan, binlerce yıllık tarihsel birikimin korunması için daha çok duyarlılık beklemek boşunadır. Ayrıca, bu savaşın özünde gasp ve talan yatmıyor mu? Talancıdan duyarlılık beklemek fazla saflık olmaz mı? Bu, işin bir boyutu... Öteki boyut, sömürgeciliğin köksüzleştirme anlayışına dayanıyor. Bir toplumu köklerinden koparıp uzaklaştırmanın bir yolu da onun tarihsel mirasını, tarihsel varlıklarını yok etmekten, yerel kültürünü baskı altına almaktan geçer. 1954’te imzalanmış olan uluslararası Lahey Sözleşmesi, “savaş durumunda kültürel mirasın korunmasını” zorunlu kıldığı halde ABD’nin, Irak’taki müze ve kütüphane talanları karşısındaki umursamaz tutumu biraz da bu görüşün ışığında büyüteç altına alınmalıdır. ABD ve İngiltere’nin bu anlaşmayı bugüne değin imzalamamış olduklarını da ekleyelim ve niçin imzalamamış olabileceklerini bir kez daha düşünelim.
“Özgürlük” vaadine gelince... Şunu söylemekle yetinebiliriz: Özgürlük kavramı sömürgecilikle bağdaşmaz. Sömürgeciliğin temelinde özgürlük değil, köleleştirme vardır.
Sömürgecilik hortladı mı, yoksa hiç mi ölmemişti? Bu sorunun yanıtı ne olursa olsun, şimdi asıl soru şudur: Sıra hangi ülkede? Yeni kurban kim olacak?


1. Faruk Pekin, Cumhuriyet Dergi, 13.4.2003, s.7.

2003 Pritzker Ödülü ve
Bir Mimarlık Öyküsü

Bu yılın Pritzker Mimarlık Ödülünü Jørn Utzon kazandı (1). Utzon bizim öğrencilik yıllarımızın yıldızlarından biridir ve ününü Sidney Opera Binasıyla sağlamıştır. Utzon’un pek çok konutu, Kopenhag banliyösünde bir kilisesi, Kuveyt Millet Meclisi kompleksi gibi başka yapıları da vardır, ama bunlar içinde Sidney Operası’nın yeri çok farklıdır.
Sidney Opera Binasının öyküsü özellikle mimarlık meslek pratiği bakımından çok ilginçtir. Opera Binası için 1956 yılında Avustralya’daki New South Wales yerel hükümetince açılmış olan uluslararası yarışmaya otuz kadar ülkeden 233 proje katılmıştı. Ocak 1957’de sonuçlanan yarışmada jürinin tümü mimarlardan oluşuyordu: Ingham Ashworth (Başkan, Sidney Üniversitesi öğretim üyesi), Cobden Parkes (NSW Hükümeti mimarı), Leslie Martin (Londra Royal Festival Hall mimarı) ve Fin kökenli ABD’li Eero Saarinen.
Eero Saarinen jürinin ilk gün yaptığı değerlendirme çalışmasına katılamamış. Ertesi gün katıldığında, önceki toplantıda ilk elemenin yapılmış olduğunu ve birçok projenin elendiğini öğrenmiş. Elenen projeleri gözden geçirmek için üyelerden izin almış ve hepsini tek tek incelemiş. Bir süre sonra toplantıya dönmüş ve “Beyler, işte sizin opera binanız” diyerek elindeki projenin bir kez daha incelenmesini önermiş. Eero Saarinen’in projeler yığını içinden seçip getirdiği proje, sonuçta birinciliği kazanacak olan Jørn Utzon’un projesidir. Jürinin öteki üyeleri, daha sonra yayınlarda çokça yer alan bu olayı tam olarak doğrulamasalar da olayın gerçek olduğunu ya da Eero Saarinen’in Utzon’un projesinden çok fazla etkilendiğini gösteren başka bir gelişme daha var. Saarinen bürosunun varisi Kevin Roche, Saarinen’in kendisine şunları anlattığını söyler: Birkaç gün sonra jüri üyeleri projeler karşısında açmaza düşünce bir tekneyle limandan açılırlar ve denizden, yapının yer alacağı araziye bakarlar. Orada Eero, birkaç eskis yaparak Utzon’un şemasının peyzaja nasıl oturacağını göstermeye çalışır ve bu projenin birinci olması için herkesi ikna eder. Utzon’un opera vizyonu Eero’yu çok heyecanlandırmıştır. Bunun parlak bir çözüm olduğunu vurgular. Roche’a göre, “Olasıdır ki Eero’nun o tarihlerde üzerinde çalıştığı TWA Terminali binası tasarımının gelişmesinde Utzon’un opera binası formu önerisinin etkileri olmuştur” (Kaynak 1).
Gerçekten de yarışmaya gelen öteki projelerle karşılaştırıldığında Utzon’un projesi jürinin de raporunda belirttiği gibi, “en özgün ve en yaratıcı öneri”dir. Sonuçların açıklanmasından sonraki iç ve dış tepkiler ve yorumlar birbirinden çok farklıdır. Gazetelerin projeyi yayımlamalarından sonra, önerilen formu yelkenliye, çiftleşen kaplumbağalara, kanlı bir timsaha benzetenler vardır. Buna karşılık Melbourne Üniversitesi’nin görüşü çok olumludur: “Seçilen öneri, günümüzün en iyi yapılarından biri olacaktır.” Başka bir görüş, yarışmaya katılmış, fakat ödül kazanamamış bir mimardan, Avustralya modernizminin yıldızı Harry Seidler’den gelir. Seidler’in Utzon’a gönderdiği telgraf şöyledir: “Tebrikler... Yapınız düpedüz bir şiir.”
F.L. Wright ise tartışmaya başka bir kıtadan, acımasızca katılır: “Bu projenin Avustralya için hiçbir anlamı yok; zaten bir opera da değil, yalnızca bir kabuk. Sirk çadırı mimarlık değildir.”
Peki, Utzon kimdir? 1918’de Kopenhag’da doğmuş Danimarkalı bir mimar... Yarışmayı kazandığında 38 yaşında. Yakın çevresinin dışında pek tanınmıyor. Babası yat tasarımcısı. Mimarlık okurken zaman zaman babasına yardım etmiş. Denizi ve yelkenlileri seven iyi bir sanatçı. Yarışma önerisindeki kabukların, yelken deneyimi ve tutkusundan kaynaklandığını söyleyenler var. Utzon ise önerisini yelkenden çok portakal kabuğuna benzetiyor.
Yapımın başladığı 1959 yılı Avustralya’nın gelişmişlik öncesi dönemine rastlıyor. Maliyetin 7 milyon Avustralya doları olacağı tahmin edilmiş; bunun da büyük ölçüde piyango gelirlerinden sağlanabileceği düşünülmüş.
Projelerin hazırlanması işi doğal olarak Jørn Utzon’a verilirken, karşılaşılacak büyük teknik sorunların göğüslenebilmesi için uluslararası düzeyde bir mühendislik bürosuyla işbirliği kurması önerilir. Jüri üyelerinden Martin ve Saarinen’in de girişimleriyle Ove Arup & Partners ile anlaşması sağlanır.
İşe girişilir; en önemli teknik sorun çatının strüktüründe yaşanır. 1957-63 arasında çatı örtüsü, yarışma projesinde önerilen 5 cm. kalınlığındaki parabolik kabuktan, nervürlü elipsoide, dairesel nervürlere, sonuçta küresel parçalara dönüşecektir.
İş, beklenenden daha yavaş ilerlemektedir. Zaman zaman işverence yapılan karar ve program değişiklikleri işin yavaşlamasına neden olmakta, inşaat süresinin uzaması ve maliyet rakamlarının artmasıyla birlikte kaygılar da artmaktadır.
1965 yılı Mayısında New South Wales’in siyasal yönetiminde değişiklik olur. İktidardaki İşçi Partisi gider, yerine Liberal Parti’nin başı çektiği bir koalisyon gelir. Liberal Parti yöneticileri seçim kampanyası boyunca Sidney Operası yatırımını ve İşçi Partisi’nin bu konudaki tutumunu acımasızca eleştirmişler, iktidara geldiklerinde yatırımları Sidney yerine taşradaki eğitim ve sağlık tesislerine kaydıracaklarını vurgulamışlardır.
İktidar değişikliğiyle birlikte engellemeler başlar. İlkin, projede köklü değişiklikler istenir, sonra, Utzon’un doğmuş alacakları ödenmez. Utzon bir süre dayanır, ancak, parasızlık nedeniyle bürosunu artık ayakta tutabilme gücünü tümüyle yitirince Bayındırlık Bakanı ile görüşmeye gider; sıkıntılarını dile getirir ve böyle giderse devam edemeyeceğini söyler. Zaten hazırlıklı olan Bakan, bunu medyaya
Utzon’un istifa ettiği şeklinde duyurur. Bakanlığındaki mimarlar Utzon’un görevden uzaklaştırılmasından yana değildir. Buna karşılık,
Utzon’un yabancı olması, Bakanın işini kolaylaştırır ve kendi memurlarından bulamadığı desteği, Bakanlığa bağımlı olarak çalışan serbest mimarlarda bulur ve en azından, onların güçlük çıkarmamalarını sağlar. Oysa, Utzon’a kısa bir süre önce Royal Australian Institute of Architects tarafından “fellow” unvanı verilmiştir.
Utzon’un atılımcılığının, NSW Hükümetinin dargörüşlülüğü ve karışık politik oyunlarıyla bağdaşmadığı açıktır. Utzon, yabancısı olduğu politik oyunların gücü karşısında çaresiz kalmıştır. Bakana gönderdiği mektupta, “beni işi bırakmaya siz zorladınız” der. İzleyen günlerde bazı yeni gelişmeler ve pazarlıklar olursa da bir uzlaşma sağlanamaz. Dokuz yıllık bir birikime karşılık kendisinin yerini alacak grup (Lionell Todd, David Littelmore,
Peter Hall) işe sıfırdan başlayacaktır.
Utzon’u destekleyen mimarlar Harry
Seidler ve Peter Kollar, bir grup mimarın da katılımıyla “Utzon-in-Charge” (2) adlı bir komite kurarak protestolarını sürdürürler. Melbourne Üniversitesi Mimarlık Fakültesi NSW Hükümeti’nin kararını kınayarak, görevi devralan mimarların şiddetle cezalandırılmasını ister. Mimarlık öğrencileri protesto gösterileri düzenlerken kimi mimarlar da mesleklerini bırakıp öğretmenlik, film yapımcılığı, oyunculuk gibi işlere kayarlar. Sidney, özellikle de mimarlık çevreleri tam olarak ikiye bölünmüştür.
Dış dünyanın tepkileri de yoğundur. Hükümet, çeşitli ülkelerden ünlü mimarların telgraf bombardımanıyla karşı karşıya kalır. Kahn, Candela, Neutra, Gropius, De Carlo, Roth, Tange, Rogers, Bakema, Van Eyck, Markelios, Fry, Drew, Stubbins, Wogensky, Noyes, Doshi, Candilis, Josic, Woods, Utzon’un yeniden görevinin başına dönmesi gerektiğini bildirirler. Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA), yarışmanın kendi düzeniyle yapılmış olduğunu bildirerek hatanın düzeltilmesini ister. Ne var ki bütün bu çabalar durumu değiştirmeye, politikanın kör inadını kırmaya yetmez.
Utzon, Mayıs ayında Sidney bürosunu kapatır. Durumu, “Malice in Blunderland” (Kötülük Gaflar Ülkesinde) (3) şeklinde iğneleyerek özetlemekle yetinir. Birlikte çalıştığı arkadaşlarıyla vedalaşırken referans mektupları yazar; medyaya muhatap olmamak ve olayı tırmandırmamak için Sidney’i ailesiyle birlikte gizlice ve bir daha dönmemek üzere terk eder. Hellebaek (4) yıllarından beri birlikte olduğu iş arkadaşı Oktay Nayman yine kendisiyledir. Birliktelikleri Danimarka’da 1969’a kadar sürecektir (5).
Tatsız ayrılıştan sonra inşaat yedi yıl daha sürer. Utzon’un ayrıldığı tarihe kadar yapıma 18 milyon Avustralya doları harcanmıştır. Bittiğindeki maliyet ise 102 milyon dolara ulaşacaktır.
Bina Kraliçe Elizabeth tarafından 20 Ekim 1973 günü görkemli bir törenle açılır. O günden bu yana yalnızca Sidney’in değil, Avustralya’nın simgesi haline gelen, Sidney 2000 Olimpiyatlarının logosunu da taçlandıran ve çağımızın yedi harikasından biri olmaya aday yapı, şimdi, bir yandan olağan işlevlerini sürdürürken bir yandan da her yıl 300 binin üzerinde ziyaretçiyi ağırlıyor.
Küskün olarak ülkesine dönen Utzon, Sidney’e gitmeye hiçbir zaman yanaşmadı. Bugün 84 yaşında... Yaşamının bir bölümünü ülkesinde, bir bölümünü de Mayorka’daki evinde geçirmeyi sürdürüyor. Yaşanan olaylar ise Avustralya’nın en acı kültürel travmalarından biri olarak hâlâ belleklerde. NSW Hükümetinin bayındırlık bakanı Davis Hughes’ü anımsayan kaç kişi kalmıştır bilinmez ama, Jørn Utzon adı saygıyla anılıyor. Pritzker Ödülü’nün, programa göre
20 Mayıs günü Madrid’de İspanya Kralı’nın da katılacağı bir törenle kendisine verileceği duyuruldu. Utzon törene katılır mı? Kimbilir... Madrid’de herhalde kırk yıl öncesinin burukluğunun bir kez daha anımsanarak yaşanacağı kesin.
1. Ödül 1979 yılından bu yana her yıl, yapıtlarıyla yetenek, vizyon ve meslek ilkelerine bağlılığını ortaya koyan ve mimarlık sanatı yoluyla insanlığa ve yapılı çevreye önemli ve tutarlı katkılar sağlayan, hayattaki bir mimara veriliyor.
2. “Utzon Göreve”.
3. “Alice in Wonderland” (Alice Harikalar Ülkesinde)’ye gönderme.
4. Danimarka’daki bürosunun bulunduğu yer.
5. Oktay Nayman, bu yazı kaleme alındığı sırada, Mayorka’ya Utzon’u ziyarete gitmeye hazırlanıyordu. YAPI’nın Haziran sayısında Nayman’ın Sidney anılarını ve Mayorka seyahati izlenimlerini bulacaksınız.

KAYNAKLAR
• Françoise Fromonot; “Jørn Utzon -
The Sydney Opera House”, Electaarchitecture, 1998.
• Philip Drew; “Sydney Opera House -
Jørn Utzon”, Phaidon, London 1995.


Yapı, 258

http://www.yapi.com.tr/haberler/olaylar-yorumlar-somurgecilik-savasinda-tarih-yagmasi-_61053.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!