Son yıllarda, İstanbul'u küresel kent yaparak küresel sermayenin
hizmetine sunma (bütçe açıklarını finanse etme) gayretleri, kentin her yanını
beş yıldızlı projelerin şantiyelerine dönüştürdü.
Anayasa maddelerinin içeriği ile referandum tartışmalarının gündemi
işgal ettiği bugünlerde “en değerli” ancak aynı zamanda “en gözardı edilmiş”
insan haklarımızdan “barınma hakkı” ya da “yaşamaya elverişli konut hakkı”
(mülkiyetten bağımsızdır) ilgisizlikten mağdur bir hak olarak düzenlenmeyi
bekliyor.
Son yıllarda, İstanbul’u küresel kent yaparak küresel
sermayenin hizmetine sunma (bütçe açıklarını finanse etme) gayretleri, kentin
her yanını beş yıldızlı projelerin şantiyelerine dönüştürdü. Kent, şık bir meta
gibi ambalajlanıp dünya piyasalarında görücüye çıkarılıyor. Bir zamanlar kentin
çeperlerinde yer aldıklarından göze batmayan ancak genişleyen kentin artık
önemli bölgeleri olan gecekondu ve orta sınıf mahalleleri, birer ikişer dönüşüm
alanı ilan ediliyor. Sakinleri onlarca yıl oturdukları, komşuluk ve dayanışma
ilişkileriyle kentte tutunabildikleri, bahçeleri, kümes hayvanları ve veresiye
dâhil çeşitli mekanizmalarla ekonomik zorlukları aşabildikleri, ayrıca kültürel
yapılarıyla uyumlu bir yaşam sürebilme olanağına sahip oldukları mahallelerinden
TOKİ’nin insan silolarına zorla gönderilirlerken, arazileri de prestijli proje
alanları olarak pazarlanıyor. Böylece, TOKİ Başkanı’nın
“problemler/cilalama/satma” sözcüklerinden ne kastettiğinin ayırdına varıyoruz.
Kent merkezinde veya tarihi alanlarda yaşayan mahallelerin halkını da aynı kader
bekliyor. İstanbul yaşayanlarından kopartılmış bir tiyatro mekânına ya da
lunaparka dönüştürülerek pazarlanıyor: “Sahne senin İstanbul” ama bir şartla:
Senin sakinlerine bu sahnede yer yok!
Önce iş/aş, 80’lerin ortalarından
itibaren zorunlu göçle kentlere yığılan nüfusların barınma hakkı olarak ucuz ve
yaşanabilir konut edinme veya garantili ve ucuz kiralık konutta oturma haklarını
devamlı ötelemiş bir devlet mekanizması, bugün salt bir mekân değişikliğiyle
TOKİ’lere tıkıştırdığı nüfusun barınma sorununu hallettim sanıyor. Oysa yeniden
iskân edilen nüfus, ödeyemedikleri banka kredileri nedeniyle icra baskısı
altında yaşamak ya da konutlarını satmak zorunda kalıyor.
Türkiye
sınıfta kaldı
Mahallelerindeki şartlarda ucuz kiralık konut
bulamadıkları için çadır ve barakalarda yaşama mahkûm edilen dönüşüm
bölgelerinin kiracıları ise basın ve kamuoyu önünde verilen “mağdur etmeyeceğiz”
sözlerinin nasıl bir aldatmaca olduğunun görünür kanıtları. İşte, Ayazma
kiracıları, Küçükçekmece Belediyesi önünde her haftasonu oturma eylemi yapmaya
başladılar. 18 aile belki de çadırlara geri dönmek zorunda kalacak. Öte yandan
tüm kentsel dönüşümlerin tek hak sahibi kiracıları olarak TOKİ’lere
yerleştirilen ve “şanslı” addedilen Sulukule kiracılarından da Taşoluk’da geriye
üç- beş aile kalmış. Onlar da satmak zorundalar çünkü yukarıda kısaca
özetlediğimiz mahalle olanakları ellerinden alındı. Satanlar kentin çeperlerinde
tekrar gecekondulaşıyor, üstelik bu kez yoksulluk ve yoksunlukları katlanmış
olarak.
Türkiye, BM-ESKH Sözleşmesi’ni 2003’te onayladı. 11. Maddesi,
barınma hakkını yaşam koşullarının sürekli geliştirilmesiyle ilgili mülkiyetten
bağımsız bir yaşam standardı hakkı olarak tanımlar. Bu maddeye atfen yazılan 4
no’lu genel yorumdaki “yaşamaya elverişli konut hakkı” yıkım tehdidi altında
yaşamadan konutun yasal güvenliği, maddi olarak karşılanabilirliği, işyerine,
sağlığa, eğitime vb. erişilebilirliği ve kültürel kimlikle uyumu gibi konumuzla
ilgili maddelere sahip. Kentsel dönüşüm uygulamalarının tümünde Türkiye bu
maddelerden sınıfta kaldı.
7 no’lu genel yorum ise, zorla tahliye ve ev
boşaltmaları kişilerin, ailelerin veya toplulukların kendi iradeleri olmadan,
rızaları dışında oturdukları yerlerden “uygun” veya “hukuki” korunma biçimleri
sağlanmaksızın çıkarılmalarını, ilk dereceden insan hakkı ihlali sayarak, sadece
zorla evleri boşaltılan insanları değil, kamulaştırma/ acele kamulaştırma
baskıları altında seçenek bırakılmayarak anlaşmaları imzalayıp evlerini elden
çıkartmak zorunda kalan nüfusu da kapsar. Dolayısıyla, kendi rızalarıyla
mahallelerini boşaltmış gibi görünen ama bunu baskı altında yapan nüfus için de
7 no’lu genel yorumdaki “zorla tahliye” tanımı geçerlidir. Nitekim BM-Habitat’a
ülke raporları yazan bağımsız danışmanlar grubu AGFE İstanbul Heyeti de bu
gerçeği raporunda (İstanbul Raporu-Haziran 2009) yansıtarak Ayazma/Tepeüstü’nden
Bezirganbahçe TOKİ yeniden iskânını ve Sulukulelilerin evlerini 3. şahıslara
satmak zorunda kalmalarını barınma hakkı “ihlali” olarak
nitelendirdi.
Türkiye’deki eski uygulamalara da bir gözatmak için, 60’lar
ve 70’lerden ilk Beş Yıllık Kalkınma Planlarından bazı başlıklar sunmak isteriz:
“... düşük kiralı halk konutları yaparak kiranın özellikle dar gelirli ailelerin
imkânlarını zorlayıcı etkisini azaltmak.’’ “Gecekonduları, içinde oturanlara
konut bulmadan yıkmamak. Her şeyden önce bu gecekonduların arsa mülkiyeti
problemini çözmek, kamu hizmetlerini tamamlayarak durumlarını düzeltmek, ancak
çok kötü olanlarını içinde yaşayanların konut ihtiyacını karşılamak suretiyle
ortadan kaldırmak.” “Konutun pahalı bir mal oluşu, sosyal etkileri, az gelirli
ailelerin bu konuda kamu yardımına olan ihtiyacı...” “... ailelerin gelirlerinin
önemli bir kısmını kiraya vermek veya düşük barınma şartlarına uymak zorunda
kaldıkları...”
Habitat İstanbul Deklarasyonu’nda (1996) elverişli konut
hakkını “geliştirerek” teşvik edeceğine imza atan ve İstanbul’da attığın imzayı
İstanbul kentinde bizzat çiğneyen uygulamalarınla sahne senin Türkiye.
CİHAN UZUNÇARŞILI BAYSAL: BM-Habitat AGFE Yerel
Danışmanı
|