Uzaklarda ne var, diye merak etmekle kalmayıp kendi başıma merakımı giderebilecek yaşa geldiğimde ilk gittiğim yerlerden biri Harran olmuştu. O zamandan beri de gider gelirim. Adı büyük bu kadim yere ilişkin en eski anım, konik kubbeli evlerin arasından güneş batarken, ufku tozutarak gelen sürünün köye girişidir. Etkili bir manzara, romantik bir durum yani. Kalenin üstünden günbatımını izlerken sürü gelecek mi diye hâlâ beklerim. Gelmez. Yıllardır gelmez. Zaten güneş de eskisi gibi nar kırmızısında, gül kurusunda gezinerek batmaz. Çünkü Harran Ovası'nda otlak kalmamış, hayvancılık bitmiştir, sulu tarım yapılmaktadır.
Memleket tarihinin en uzun ve ibret verici hikâyelerinden birinin adı GAP'tır. Aslına bakılırsa ekonomik gelişme projesi olduğu kadar insanı temel alan bir sosyal iyileşme programıdır GAP. Ama sonuçta suya hasret toprak yeşil bir cennete dönüşür mü, ova insanının makûs talihi yenilir, hedeflenen sosyal gelişim sağlanır mı? Büyük projeler, en başta büyük oldukları için mi problemlidir? Pamuk tarımı, hele teşviklisi toprağı neyler? Salma sulama taban suyunu nasıl yükseltir? Suyun, toprağın ve insanın ilişkisi bugün nasıldır? Toprak ağalarının yanında bir de su ağaları mı türemiştir? Bu sorular cevap bekler. Rakamlara güvenenler resmi kaynaklardan kendilerini mutlu edecek verilere ulaşabilirler ya da bürokratik terminolojinin bunaltıcı ortamından umutlu bir görüntü yaratabilirler ama ben gördüklerime inanırım, bir de insanların kulaklarımla işittiğim hikâyelerine.
Harran Ovası'nda sulu tarımla birlikte baş gösteren sorunlar ve en önemlisi tuzlanan toprakların oranı giderek büyüyor. Kemal Öner ile birlikte TEMA'nın desteğiyle hazırladığımız ve sorunu enine boyuna irdeleyen tuzlanma belgeseli, yeni yılla birlikte tamamlanacak. En iyisi durumu o belgeselden izlemek. Benim anlatacaklarım ise gerçek değil, gerçeküstü bir hikâye. Sanki bir rüya. Sulama başlamadan önce bu rüyayı köylülerden biri görecek olsa, "delirdi," derler korkusuyla kalbine gömer, hayra yormak için olmadık çarelere başvururdu. Bir vakitler sarı sıcak ve göz alabildiğine uzanan çorak toprak demek olan Harran'da artık göller var. Göllerde yüzen yeşil başlı ördekler, sürüler halinde paytak gezinirken tehditler savuran kazlar, sundurmasını suya uzatmış yalılar, bütün gün suda taş kaydırmaca oynayan çocuklar... Tam burada, bu talihsiz toprakların yakın tarihinde kilometre taşları gibi duran iki kişiye kulak verelim ki anlatacaklarımızın ağırlığı artsın, etkisi büyüsün.
Urfa'da, tavanlara kadar kitap yığılı dükkânda kamerayı kuracak yeri güçlükle bulan Kemal'in ilk sorusuyla birlikte kolunu çalışma masasına yaslayarak konuşmaya başlayan Naci İpek, kentin yakın geçmişindeki tanıklıklarını usta bir gazetecinin kıvrak diliyle anlatırken nerede duraklayacak, nerede sesini yükseltecek, nerede derin bir soluk koyverecek hepsini gayet iyi biliyor, saatler geçmesine rağmen hikâyesini dinletiyordu. Bir ara arka cebinden mendilini çıkardı. Sol eline bardak şekli verip üstüne mendili örttü, ağzına götürüp su içer gibi yaptı. "Harran'da suyu böyle içerdik, mendille süzerek" dedi. "Sonra, mendilin dudaklarımıza değdiği yerde birikmiş, kıvranıp duran kurtları ayıklardık."
Kimyasal atıklara dikkat!
Harran'ın adı yüzyıllardır suyla birlikte anılmıştı, daha doğrusu Harran demek suya hasret demekti. O hikâyeleri Fikret Otyam anlatırdı. Yıllar önce röportaj için Harran'a gittiği seferlerin birinde, sıcaktan yanmış kavrulmuş halde çardağa kendini atar atmaz uzatılan suyu bir dikişte içmiş, tasın dibinde kalan tortulu yudumu ise toprağa serpivermişti. İşte o an, çevrede kim varsa hepsinin, yere düşer düşmez buharlaşan suyun ardından içleri gitmişti. Suyun nasıl olup da dökülebildiğini anlayamayan Harranlılar, Otyam'ın yüzüne, boş tasa ve kuru toprakta kalan izlere bakakalmışlardı.
Bu hikâyeyi dinlemeden birkaç ay önce, "tuzlanma belgeseli"nin son çekimlerini yapmak üzere Harran Ovası'nda dolaşırken "göller bölgesi"ne düşmüştü yolumuz. Kısas'ta okul binasının bodrumunu basan, meyve bahçelerini kurutan taban suyu, Bozyazı, Belitaş, Gözeler, Balgat köylerinde hatırı sayılır büyüklükte göller yaratmıştı. Kimi evler yıkılmış, kimi de lebiderya olmuştu. Köylüler çaresizdi, ördek ve kaz beslemeye başlamışlardı, birkaç yıla kalmaz kuğu da bırakılırdı sulara. Bu göller ne romantik görünümler yaratıyordu Harran'da ne de susuz geçen yüzyılların acısını çıkarırcasına bol suyun nimetlerine kavuşmuştu insanlar.
Göller kirliydi. Kimyasal atık içeriyor, evlerden gelen lağımları topluyor, çöpler ve leşler de eklenince tam bir mikrop yuvası yaratıyordu. Üstünden bir yaz daha geçerse sivrisineklerle birlikte yeni bir hayat başlayacaktı. Geçenlerde gazeteler şark çıbanından ve sıtmadan söz ettiler. Harran'ın göl kıyısındaki köylerinde yaşayanlar sıtma yıllarını gayet iyi hatırlıyorlar. Bu arada Urfa'da, şark çıbanının izini yok etmek için estetik ameliyat yaptıran gençlerden söz ediliyor.
Bir zamanlar misafirlerine sundukları su mendille süzülerek ancak içilebilen, toprağa serpilen damlaların ardından iç geçirerek bakan Harranlılar artık bol suya kavuştular. Gölleri bile var. Harran'ın Gölleri.