Kavramsal sanatın babası Marcel Duchamp, 'felsefi' sanatın temelini 'hazır-nesne' denen, en önemli örneğini de 'Çeşme' (1917) adını verdiği efsanevi pisuarla attı. O alelade pisuarın üzerini imzalayıp, giriş ücretini ödemek koşuluyla herkesin kabul edileceği ön şartıyla gerçekleştirilen bir sergiye göndermesiyle kıyamet koptu; etkileri özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında hissedilen bir sanatsal furya başladı.
1960'ların ünlü kavramsal sanatçısı Kosuth, sanatı, Duchamp öncesi ve sonrası diye ayırmakta pek de haksız sayılmazdı. Duchamp insanların kafasındaki sanat mefhumunu yerle bir etmiş; Sanat nedir? Ne işe yarar? Hangi malzemeyle, nasıl yapılacağına, iyisine kötüsüne, kim karar verir? Sanatçı kimdir, özerkliğinin sınırları nerededir? Sanatın sergilendiği mekânlar, duyurulduğu mecralar, el değiştirdiği alanlar değerinin belirlenmesinde nasıl bir rol oynar?.. gibi soruları en radikal şekliyle sormuştu. Kısacası Duchamp, sanatın yalnızca doğasını değil, 'kültür'ünü de sorgulamış; estetik beğeninin ötesine uzanan bir sanatsal yaklaşımın temelini atarken gerçekte sanatı çevreleyen ağın sorgulanması gerektiğinin de ipuçlarını vermişti.
Uzun bir geçmişi gerekli ayrıntılarını atlayarak bir çırpıda geçmiş olacağız ama, bugün sanat zaten bütünüyle kavramsal bir boyut taşıyor. Bir kere sergiler, artık neredeyse yalnızca kavramlardan yola çıkarak gerçekleştiriliyor. Türkiye'de de artık çeşitli kurumlar, geçmişte yalnızca sponsorla gerçekleştirilebilen bu tür sergilere daimi ev sahipliği yapıyor.
Son iki yıldır küratörler önderliğinde, kavramlı sergilere yer veren Akbank Sanat sözgelimi; restore edildikten bu yana daha yenilikçi sanatsal arayışları destekliyor. Şu sıralar açılan yeni sergi, çağdaş sanatta sıklıkla irdelenen Freudyen bir kavramı ele alıyor: 'Tekinsiz'; basit bir ifadeyle, 'tuhaf bir biçimde tanıdık' olana, çok iyi tanıdığımız bir şeye karşı bir anda duyduğumuz yabancılığa işaret ediyor. Küratörlüğünü Ali Akay'ın yaptığı sergide, bu hali hissettirebilen başlıca sanatçı, zaten sanatının özünde o tekinsizliği duyuran İnci Eviner. Serkan Özkaya, izleyicinin zihinsel algısıyla oynayarak kafede 'sergilenen' işiyle izleyicide tedirginlik yaratmayı başarıyor; Şener Özmen ve Cengiz Tekin'in videosu ise, ne mizahi boyut ne de politik gönderme anlamında o ünlü 'Tate Modern Yolunda' (2003) işinin esprisini taşımıyor. Seza Paker'in 'Plan 1-II' işinin etkisi ise iki boyutlu. Bu işte, herkese tanıdık gelebilecek kadar sıradan ama 'özel' fotoğraflardaki deformasyonla yaratılan bir tekinsizlik hali hâkim.
Öte yandan, Paker'in bu işinin ve bu serginin, ve aslında Aksanat'ta gerçekleştirilen çoğu serginin verdiği daha genel bir tekinsizlik var. İzleyici açısından, aynı mekânda sürekli aynı sanatçıları izliyor olmanın yarattığı tuhaf bir tanıdıklık duygusu söz konusu; iki yıldır, yılda açılan zaten beş serginin ikisinde hemen hemen aynı sanatçıları izliyoruz. Örneğin bir Seza Paker'in yapıtları, aynı mekânda son iki yıldır gerçekleştirilen dört sergide ortalama 150 gün boyunca teşhir edilmiş oluyor. Bu ne müthiş bir olanak bir sanatçı için! Aksanat'ta dönüşümlü olarak aynı küratörlerin sergilerini izlememizden kaynaklanan bu durum, bir kuruma bağlı memur küratör tipi ile bağımsız küratör tipinin, yani aslında birbirinden farklı iki işin, aynı bünyede toplanmasından kaynaklanıyor. Bağımsız küratör, istediği sanatçıyla, istediği kadar sergi yapabilir buna kimsenin itirazı olamaz. Bir kuruma bağlı küratörün ise, eğer çalıştığı kurum belli sanatçıların promosyonunu yapan özel bir galeri değilse, başka kaygıları da göz önünde bulundurması gerekir. Hem kurumun prestiji, hem sanatçılar açısından böylesi daha 'tekin' olur.