10. Uluslararası İstanbul Bienali: Herkes Kendi Salıncağında
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nca bu yıl Koç Holding sponsorluğunda düzenlenen 10. Uluslararası İstanbul Bienali 8 Eylül Cumartesi günü 5 ana mekânda ve ana sergileri destekleyen paralel etkinliklerle birlikte sanatseverlere kapılarını açtı. Bienallerle, 1987’den bu yana 20 yıldır farklı kültürlerden sanatçılar ve izleyiciler arasında görsel sanatlar alanında İstanbul’da bir buluşma noktası oluşturmak amaçlanıyor. Bugün İstanbul Bienali Venedik, Sao Paolo, Sidney bienalleri gibi benzerleri ve en prestijlileri arasında ilk beş içinde yer alıyor. Uluslararası İstanbul Bienali ulusal temsil modeli yerine sanatçıların, yapıtları aracılığıyla birbirleri ve izleyici ile diyaloğunu sağlayan bir sergi modelini benimsiyor. Uluslararası bir danışma kurulu aracılığıyla belirlenen bienal küratörü, geliştirdiği kavramsal çerçeveye uygun olarak çeşitli sanatçı ve projeleri sergiye davet ediyor. 10. Bienalin küratörü Hou Hanru ise Erdağ Aksel, Zdenka Badovinac, Charles Esche, Vasıf Kortun ve Aykut Köksal’dan oluşan danışma kurulunca belirlenmiş. 1990 yılından beri çalışmalarını Paris’te sürdüren dünyanın birçok kentine küratör ve konuşmacı olarak davet edilen bağımsız küratör ve eleştirmen Hou Hanru, bienalin kavramsal çerçevesini “İmkânsız değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik” olarak belirlemiş. Geçmiş bienallerin mekânlarının Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya gibi daha turistik mekânlardan geçen bienalle birlikte kentte, gündelik yaşamın kıyısında değil merkezinde olan mekânlara kaymasının bir devamı olarak bu yılın bienal mekânları Atatürk Kültür Merkezi, Unkapanı’ndaki İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ), Tophane’deki Antrepo No.3, santralistanbul ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi. Her bir mekânı farklı bir temayla ele alan Hou Hanru, bu temaları her mekânın simgesel anlamına, mimarisine, geçmişine, işlevine ve kent yaşamındaki yerine göre belirlemiş. Bu doğrultuda AKM’de politikaya, İMÇ’de ekonomiye ve Antrepo No.3’te toplumsal yaşama ve kent yaşamına ilişkin projeler yer alıyor. “Mimarlık her zaman siyasi projelerle yakından ilişkili olmuştur. Bu ilişkinin en görünür imgesi ise kamu kurumlarıdır” diyen Hanru, Hayati Tabanlıoğlu’nun tasarladığı, 1970’lerin başında inşa edilen Atatürk Kültür Merkezi’ni modernist ütopyacı vizyonunun bir simgesi olarak ele alıyor ve yine bugün gündemde olan popülist siyasi iktidarla el ele ilerleyen neo-liberal ekonomik iktidarın gücü tarafından nezihleştirilme tehdidini buradaki sergilerin ana teması durumuna getiriyor: “Yeni inşa edilmişken 1970’de bir gösteri sırasında yanan bina, muazzam yeniden inşa ve koruma çalışmalarının ardından, birkaç yıl sonra, küllerinden yükselen Zümrüd-ü Anka gibi tekrar açıldı. Ama şimdi ikinci bir yangınla karşı karşıya -bu sefer küreselleşme, neo-liberal ekonomi ve politik olumsuzculuk güçleri kundaklayacak binayı”. Burada sergilenen işler arasında AKM ile benzer süreçlerden geçen Berlin’de Palast der Republik’in ve Moskova’da Hotel Rossija’nın yıkılışına odaklanan, böylece modernist ütopyanın simgesi olan mekânların yok edilmesi ile aslında toplumun bir döneme ait belleğinin sistemli temizliğini, “tabula rasa”ya dönüştürülmesini anlatan işler de yer alıyor. AKM’de bu konuya odaklanan işlerin hiçbiri ne yazık ki bize “iyimser” bir tablo çizmiyor. Tersine hepsi küresel savaş çağında sahip olduğumuz fiziki, sosyal, kültürel, kentsel, kurgusal bütün değerlerimizi kaybettiğimizi anlatıyor. Bienalin ana mekânlarından biri olan İMÇ de yine Türkiye’nin modernleşme sürecindeki kilit simge yapılardan biri olarak seçilmiş. İMÇ, bienal mekânlarını anlatan metinde belirtildiği üzere Türk modernist mimarisinin çarpıcı bir başyapıtı; son derece deneysel bir ‘metabolizma’yı, tasarımı ve göndermeleriyle, zeki bir tavırla, geleneksel İstanbul çarşısıyla birleştiren bir mimari proje; etrafındaki kentsel koşullar ile arasındaki ilişki derinden kavranarak tasarlanmış bir bina olması ve eski şehirle yeni kentsel merkez arasında canlı ve akıcı bir köprü oluşturması nedeniyle 10. bienal mekânlarından biri. Ayrıca 40 yıldan uzun bir süredir burada farklı üretim ve ticaret biçimlerinin ve farklı toplumsal sınıf ve bölgelerden çeşitli kültürel geleneklerin etkisiyle bina kullanıcıları tarafından yapılan doğaçlama ve “planlama-sonrası” müdahaleler, bir zamanlar rasyonel olarak planlanmış bu modern ütopyayı bir tür distopyacı kentsel kaosa dönüştürmüş. Ancak küratöre göre buradaki halkın yaşamının çeşitliliği ve canlılığı tam da bu melez ve kaotik “yapı” içerisinde korunabiliyor. Bununla birlikte buranın “nezihleştirilme” tehdidi altında olması da onu bienal için çekici bir yer yapıyor. İMÇ içinde yer alan işler arasında özellikle mimar Teddy Cruz’un “Üretilmiş Alanlar” çalışması kolayca kavranır olmasıyla çarpıcı. Sanatçı özellikle ticaretin ve sanayinin doğurduğu karşılıklı ilişkilerin, aktarımların varlığına dikkat çekiyor. Bu çalışmada, Kaliforniya eyaletindeki San Diego kentinin prefabrike artıklarından inşa edilen Meksika sınırındaki Tijuana kentinde görülüyor. Bölgenin sanayisinin belkemiği olan montaj fabrikaları ucuz ve yasadışı iş gücünün kolay bulunduğu bu kentte konumlanıyor ve bu sınır bölgesinin trafiği çok yoğun. Temel özelliği bir dizi yasadışı “radar kapsamı dışında” çift-yönlü geçit oluşturması. Dolar peşindeki “insan akışı” kuzey yönünde San Diego’ya doğru gerçekleşirken, “altyapı atıkları” ters yönde Tijuana’ya doğru hareket ediyor ve başkaldıran bir acil durum sınır kentleşmesi oluşturuyor. Bienal içinde pek çok işin mimari araştırma ve ifade teknikleri kullanılarak üretildiğini görüyoruz. Bu durum çoğu mimar elinden çıkan işlerin mimari ifade diline yakın olanlarca kolay okunmasına yardımcı oluyor. Bunun bir başka örneğini Antrepo No.3’te yer alan Rem Koolhaas ve araştırma bürosu AMO’nun İran Körfezi’ndeki ticari ve mimari ilişkiyi gözler önüne serdiği “Al Manakh” adlı araştırmalarının üç büyük duvar yüzeyi boyunca dönen görsel izdüşümünde görüyoruz. Üç taraftan Körfez haritasıyla sarmalandığımız bu niş mekân içinde uğruna küresel savaşların süregittiği petrol ile mimarlık ilişkisi bize bölgedeki ticari, düşünsel, kentsel, sosyal ve kültürel yapılanmayı, değişimi gösteriyor. Özellikle insan eliyle toprağın yeniden biçimlendirilmesiyle elde edilen adalar bu kadar büyük ölçekte çarpıcı duruyor ve izleyiciyi hayrete düşürüyor. Üç duvar yüzeyinde izleyicinin göz kotunda süregiden “post-it”lere yazılmış notlar, son yıllarda meydana gelen gelişmelerin izlendiği gazete ve dergi kupürleri bu büyük ölçekli fotoğrafı tamamlıyor. İzleyici bu niş mekâna bakıp, notların ve yazılı bilgilerin üzerinden, duvar boyunca yürüyerek gittiğinde içinde yaşadığımız dünyanın küresel eğilimlerle biçimlenen parçasını kavrayabiliyor. “Al Manakh” çok anlattığı için ister istemez düşündürtüyor; bu öznesiz, yalnızca görsellerle izleyiciden oluşan bir konferans sanki. Genelde mimar elinden çıkan çalışmalar oldukça titiz hazırlanmış araştırma sunumları. Ancak bu çalışmalar ve bienalde yer alan birçok işin yalnızca videolardan oluşması bienal mekânlarında gezerken güncel sanatın, sanat yapıtını değerlendirmede kullandığı ölçütlerin ne olduğunu sorgulatıyor izleyiciye. Belki de güncel sanat klasik estetik değerler yerine yaratıcı düşünceyi, anlatım biçimlerinde farklılaşmayı -en azından bienal sergilerinde vb.- odağına alıyor. Elbette güncel sanat çalışmaları herkes için aynı anlamı ve değeri taşımıyor, aynı çekiciliğe sahip değil. Bienal farklı mekânlarla oldukça geniş bir alana yayılıyor ve içerisinde oldukça çok çalışma barındırıyor. Bu bağlamda her işi katmanlarını sindirerek anlamak zor. Ama bienalle sunulan bu çokluk herkesin kendini yakın hissedeceği, gülümseyeceği, üzerinde düşüneceği ya da büyüleneceği bir ya da iki yapıtın çıkabileceği konusunda bir iyimserlik ortaya seriyor. Sokaktaki insanın, özellikle çocuklarıyla birlikte, bienali geziyor olması ve bazı yapıtlar önünde bazı kavramları tartışıyor olması bienalle amaçlananın başarıldığını düşündürtüyor. Sözgelimi bu yıl Antrepo No.3’te Kan Xuan’ın “Nesne” adlı çalışmasının önünde bir anne oğluna “yaratıcılık” kavramını anlatmaya çalışıyordu. Sanatçının videosundaki görüntüler, gündelik nesneler ve eylemlere onların ne olduğunu anlayamayacağımız kadar yaklaşarak yapılmış bir çekimdi. Antrepo No.3’te, iki katlı inşa edilen “Rüya Evi” içinde bu mekâna özel yerleştirmeler yer alıyor. Bu yerleştirmelerden özellikle Suriye doğumlu Buthayna Ali’nin “Biz” çalışması oldukça etkileyici. Onlarca salıncağın yer aldığı loş bir oda ne uzun süren araştırmaları size dikte ediyor, ne akan görüntüler eşliğinde küresel bunalıma işaret ediyor ne de çeşitli heykeller, maketler yoluyla bir durumu simgeleştiriyor. Bu işin olduğu odaya girdiğimizde dünya bir bizden bir de karşımızda duran düzgün sıralanmış onlarca salıncaktan ibaret kalıyor. Ve bu yerleştirmenin insana duyumsattıklarından... Aynı anda pek çok duygu sarıyor insanı… Belki de bienalde bir sanat yapıtından beklediklerimizi bu yerleştirmede buluyoruz. Biz Herkes kendi salıncağını seçiyor Hepimiz çocuklar gibi sallanıyoruz Ama ipleri çeken bir başkası En sert itiliş gelmedi daha Siyaset, Ekonomi, Din, Aşk, Savaş ve barış karşı karşıya Aşk ve nefret karşı karşıya Burada ve oradayız, hayattayız. İnsanız. Yasemin K. Enginöz Y. Mimar
|
