Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü
Galeri 77; doğa, insan arasındaki karmaşık ve sömürü üzerine kurulu olan ilişkiyi inceleyen ve insanın ayak izlerinin yok olma serüvenini tasvir eden "Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü" adlı sergiye 5 Mayıs'a dek ev sahipliği yapıyor.
Sergiler
BAŞLANGIÇ TARİHİ: | 14 Mart 2024 10:00 |
BİTİŞ TARİHİ: | 5 Mayıs 2024 18:00 |
YER: | Galeri 77 |
WEB ADRESİ: | |
TELEFON: | 251 27 5 4 |
DİĞER BİLGİLER: |
Hacımimi Mah. Necatibey Cad. Sakızcılar Sok. No:1/E Karaköy 34425 Beyoğlu, İstanbul |
+ Ajandama Ekle |
Günümüzde sürdürülebilir uygulamaları benimsemek ve tüm yaşamın hassas bir denge içinde devam etmesine olanak tanıyan biyolojik çeşitliliği korumanın aciliyetini anlatmanın birden fazla yolu var. “Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü” ise bunları muhtemel tehlikeleri bir tehdit şeklinde bağırıp göstererek değil, yaşanmışlıklar üzerinden bir anı defteri veya doğanın bir biyografisi gibi gerçekleştirmeyi seçiyor. Seçkide yer alan eserler aracılığıyla medeniyetin izlerini ve insanların arkalarında bıraktıklarını görüyoruz. Binlerce yıl boyunca doğaya karışamayacak hurdaların, yıkıntıların ve kalıntıların ömürlerinden birer kare karşımıza çıkarıyor sergi; ardından daha da ileriye gidiyoruz içinde yaşadığımız gezegenin kendine ait olanı geri aldığı ve muhtemelen insanlığın asla deneyimleyemeyeceği bir zamana. Doğanın kendini iyileştirme sürecinin ileri aşamalarına, insan uygarlığından binlerce yıl sonraya, bir ütopyaya, bir düşe… İnsanın kibrinin, hırsının ve aksiyonlarının kümülatif bir yansıması olan sergideki işler herhangi bir figür içermiyorlar. Çoğunlukla peyzaj eserlerden oluşan bu seçki, yer yer karanlık renkler, distopik bir hava ve insanlığın ayak izlerini içerirken diğer bir yandan canlı, rengarenk ve eski kudretini yeniden kazanmış bir ütopyayı anlatıyor. Bir tarafta doğa, bir tarafta insan ve ikisinin amalgamı. Sergi anlatmak istediği geleceğin veya alternatif bir gerçekliğin nedenini üç ana kavram altında bir araya getiriyor; Sanayileşme, tüketim toplumu ve antroposantrizm. İnsanın doğaya karşı olan sömürü hikâyesinin en büyük nedenlerinden biri sanayileşmenin yükselişi ve buna eşlik eden insani ilerleme ile ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme ideolojisi. 18. yüzyılda başlayan sanayi devrimi özellikle 1900’lü yılların ikinci yarısında teknoloji, imalat ve ulaşım alanlarında önemli ilerlemeler sağlamış ve insan toplumu üzerinde pek çok olumlu etkisi olmasına karşın doğal kaynakların daha önce görülmemiş ölçekte sömürülmesine de yol açmıştır. Bu üretim ve kârı maksimize etmeye odaklanan yaklaşım, çevresel sürdürülebilirlikle ilgili kaygıları çoğu zaman gölgede bırakılarak ekosistemlere zarar veren ve doğal kaynakların hunharca tüketildiği uygulamalara yol açmıştır. Sanayileşmenin yükselişiyle ortaya çıkan bir diğer faktör de 20. yüzyılda oluşmaya başlayıp kısa sürede dünyanın pek çok yerine yayılan tüketici toplum yapısıdır. İvme kazanan üretimle eşzamanlı bir şekilde ortaya çıkan tüketim alışkanlıklarının gerçekleştirilebilmesi adına tüketim eylemi; kişisel mutluluk ve sosyal statünün maddi varlıklara bağlı olduğu fikri ile özdeş tutularak reklam ve pazarlama araçlarıyla sürekli teşvik edilmiştir. Son olarak Antroposantrizm, yani insanların evrenin merkezi ya da en önemli varlıkları olduğu inancı rol oynamıştır. Bu ideoloji, ekosistemlerin değerini ve tüm canlı varlıkların birbirine bağlı olduğunu kabul etmek yerine, doğanın yalnızca insan kullanımı ve sömürüsü için var olduğu algısına yol açmaktadır. Aristoteles’e göre doğa, bulduğu tüm kaynakları kullanma hakkına sahip olan insanların ihtiyaçları için özel olarak yaratılmıştır. Biyolojik çalışmalarında üç tür ruh arasında ayrım yapmaktadır: Birincisi, bir organizmanın büyümesi, beslenmesi ve üremesiyle ilgili olan besleyici (bitkisel) ruh; ikincisi, hayvanlarla ve insanlarla ilişkili olan ve algılama ile duyum yeteneklerini içeren hassas (hayvansal) ruh; ve sonuncusu ise sadece insanlara özgü olan ve daha yüksek bilişsel işlevler, akıl ve zekâ ile alakalı rasyonel (akılsal) ruhtur.
İnsanları diğer canlı varlıklardan ayıran bu ruhani üstünlük fikri 17. yüzyılda Descartes tarafından da bitki ve hayvanların bir yaşam formu değil, karmaşık bir saat mekanizması gibi çalışan cansız nesneler olduğu düşüncesiyle desteklenince insan hegemonyası daha da bir hız kazanmıştır. Aristoteles’in bahsettiği üç tür ruhun hepsine sahip olan insan ırkının hayvanlar ve bitkiler üzerindeki üstünlüğü göz önüne alındığında, insan yaşamı dışındaki herhangi bir şeyin refahı konusunda hiçbir etik kaygı duyulmadan doğa tamamıyla yok sayılmıştır. İçerisinde yaşadığımız gerçekliğin aksine sergi sadece bu mekanikleştirilmiş iki ruhu içerir. Domine eden öğelerden arındırılmış bir duruluk, sakinlik ve huzur hüküm sürer. Sergide izlediklerimiz insanlar için yaratılmamış bir dünyanın olasılığı; aslında bu bir hayal. Doğanın ve Dünya’nın gördüğü bir rüyaya bakıyoruz. Uyuklamakta olan bir hayat görüyoruz, Dünya’nın kâbusları ve düşleri burada bir araya geliyor. Eserler, içerisinde yaşadığımız dünyanın gerçeğini tasvir ediyor gibi gözükse de gerçeklik bu değil, en azından henüz değil. Bu hala genç olan Dünya’nın arzularının bahçesine girebilme şansımız. Bunlar bir gezegenin akyuvarlarının verdiği görünmez savaşın resimleri ve iyileşme süreci. Travmalarından arınmak için attığı adımlarla, terapi süreci. Bütün bunlar ona verilenlerle, içerisinde barındırdıklarıyla neler yapacağı ve sonrası… Yedi Sanatçıdan 24 Eser “Sonrası: İnsan İzlerinin Çözülüşü” sergisi “Eğer bugün insanlık ortadan yok olsaydı geride bıraktıklarına ne olurdu?” sorusuna cevap ararken insanın ayak izleri ve doğanın zaman içinde bunları yutarak tamamen silmesi ve en nihayetinde insansız bir geleceğe nasıl devam edebileceği üzerine farklı bir bakış açısı sunuyor. Seçkide yer alan her eserle adeta bu sürecin çeşitli evrelerine şahitlik ediyoruz: İlk evrede insan dışındaki her şey yerli yerindeyken ikinci evrede medeniyete dair tüm izlerin yavaş yavaş çözülmeye başlamasını ve en son noktada insanlığa dair hiçbir kalıntının kalmadığı ütopik bir zamanı gözlemliyoruz. Çocukluğundan beri hayal gücü yoluyla çizmekte zorlanan, çevresindeki yaşamdan ve gördüklerinden yola çıkarak resim yapmanın kendisi için daha kolay olduğunu belirten David Martirosyan’a göre resimdeki en önemli unsur kompozisyondur. Resim yaparken bir fotoğrafçı gibi düşündüğünü belirten Martirosyan’ın yaşamdan alınmış birer sahneyi andıran işlerinde doğa ve insan ürünü unsurlarının ahenk ve simetrisinin ideal halini yakalamaya çalıştığını görürüz. Doğum yeri olan Kapan’ın coğrafik yapısını kullanarak insanların bu araziye nasıl uyum sağladığını resmeder. Bu tasvirin sonucu olarak izleyici karşısına doğa ile insanın girift yapılanması ve bu yapılanmanın ardında kalanlar çıkar. Sanatçının sergide yer alan eserlerini izlerken sanki insanlığın alel acele ortadan kaybolduğu ütopik bir zamanın en erken aşamasına tanıklık ettiğimiz hissine kapılırız. David Martirosyan, Kasım Güneşi, 2023, Tuval üzerine yağlıboya, 80x90 cm Resimlerindeki özgün tekniği ve ustalıkla kullandığı sarı tonlarına aşina olduğumuz Mehmet Resul Kaçar, eserlerinde aidiyet ve özlem gibi konuları işliyor. Güney Doğu Anadolu’nun altın renkli bozkır manzaraları izleyiciyi sakinleştirici bir düşünsel ve duygusal serüvene çıkarıyor. Mehmet Resul Kaçar için bozkır; yalnızlık, sonsuzluk ve hüznü anımsatır haldedir. Bu melankolik durum; doğanın bozulan dengesi, kaybolan canlı türleri ve insanın doğa ile olan ilişkisinin bir zamanlardaki uyumlu haline dair bizlere ip uçları sunarken bir yandan da eskiye duyulan büyük bir özlemi dile getirir. Mehmet Resul Kaçar’ın “noktalama” ve “tarama” adını verdiği meşakkatli boyama teknikleri aracılığıyla yaptığı ton geçişlerindeki vurgu, doğanın hareketliliğine dair bir gönderme yaparak hayatın döngüselliği ve yenilenmesi üzerinde durur. Kaçar’ın resimlerinde insanın, hayvanlarla ve doğa ile olan pozitif ve negatif ilişkileri irdelenir. Resimlerde beliren elektrik direkleri, asfalt, tek tük binalar ve toprak yollar kompozisyonun akışına canlılık katan unsurlar olmanın yanı sıra insanın doğada bıraktığı izlere dair bizlere kanıtlar sunarken bir yandan da doğanın bunlar karşısındaki kırılganlığını konu alır. Resimleri fotogerçekçi olan Roman Babakhanian, eserlerinde objeleri öyle bir bakış açısıyla ele alır ki izleyiciye abidevi gözükürler. Dolayısıyla bu hal imgelerin görsel algısını çok daha ilgi çekici kılar. Maddelerin gerçekçi ifadesi ve plastisitesi sanatçı için büyük bir önem arz etmektedir. Resme duyduğu büyük sevgi, resimlerin boyamasına gösterdiği önemde yatmaktadır. Sanatçı, objeleri kompozisyonunun merkezine alır ve onları kusursuz şekilde betimler. Boyalı objelere özel bir gizem katan renkler seçip, onları eserin ana fikri haline getirir. İster bir taş ister bir meyve olsun, Babakhanian’ın eserlerinde objeler her zaman günlük hayatta algılamaya alışık olduğumuzdan fazlasıymış gibi dururken renkler ve ışık geçişleri imgeleri daha da kutsallaştırır. Alışmış olduğumuz natürmortları dışında bu sergide yer alan peyzaj resimleri ise izleyiciye adeta bir ütopyayı anımsatır. Realizm ile sürrealizm arasında dans eder şekilde beliren bu peyzajlar doğanın pürüzsüzlüğü ve mükemmelliği üzerine öğeler taşır. |