Dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi AB’ye de kimin içeri girebileceğine, kimin
dışarıda kalması gerektiğine kaba, gayriinsani, korkunç derecede karmaşık ve
keyfi uygulamaların hiç de eksik olmadığı göç yasaları denen kurallar karar
verir. Bu somut kurallar külliyatı, görünürde hukuk devleti olmanın bir gereği
olsa da göç yasalarına yüklenen misyon, ulus-devletin kapılarını korumaktan
başka bir şey değildir. Bir anlamda devlet egemenliğinin sınandığı göç yasaları
ve kuralları, göçten, yabancılardan, “öteki”den duyulan hoşnutsuzluğun hukuksal
silahlarıdır.
AB, bugünlerde göç yasalarını ve kurallarını değiştirmeye girişti. 2010’dan
itibaren beş yıl boyunca uygulanması hedeflenen Stockholm Programı’yla bundan
böyle göç meselesinde daha esnek ve yumuşak politikalar yürütmeyi planlayan AB,
hem göç politikalarında insani bir rota tutturmayı hem de göçle daha akılcı
mücadele etmeyi amaçlıyor. Göç politikalarındaki bu değişim, AB’nin önceki
uygulamalarında çuvalladıklarını kabul ettiklerinin net bir göstergesi.
Geçenlerde İngiliz İşçi Partisi lideri göç konusunda hata yaptıklarını çok kötü
bir dille itiraf etmiş. 11 Eylül sonrasında tırmanışa geçen ve küresel krizle
birlikte tavan yapan sertlik yanlısı tavizsiz ve acımasız göç politikaları
neticesinde AB, hiçbir şey kazanmadığı gibi aksine göçü yasadışı alanlara
kaydırdı.
Sınırları mühürlemenin olanaksızlığına karşı sürekli duvarını yükseltmeye
girişen AB, bugün kaleyi andıran bir görüntüye büründü. İşte bugün göç
meselesinde AB’yi çalının arkasına geçip insani bir rota aramaya iten asıl saik,
Nazi ruhunu hatırlatan “Kale Avrupa” imajını yıkma düşüncesinden başka bir şey
değil. Öte yandan Batı toplumunda da göç(menler)e karşı oluşan önyargıların
alarm vermeye başladığı da son olarak İsviçre’deki minare yasağında görüldü.
İsviçre halkını başka konulardaki oylamaların üstünde bir katılıma sevk eden
minare oylaması temelde, toplumun göçmenlere karşı duyduğu hoşnutsuzluktan
ibaret.
AB neden başarısız oldu?
Avrupa’nın bir asimilasyon aracı olarak uyguladığı entegrasyon politikaları
da göçe karşı uygulamaların ve toplumda uyandırılan düşüncelerin yarattığı
hoşnutsuzların kurbanı oldu. Göçmenlere yönelik uygulamalar, entegrasyon
politikalarını bir savunma aracına dönüştürdü, bu da sonuçta uygulananların ters
tepki vermesine neden oldu. Entegrasyon uygulamalarındaki başarısızlıkta etkili
olan bir başka unsur da, entegrasyon politikalarının tek taraflı bir süreç
olarak algılanıp salt göç eden topluma yönelik bir sorumluluk olarak
dayatılmasından kaynaklandı. Halbuki göçmenlerin entegrasyonunda yerli halka da
büyük sorumluluklar düşüyor. Örneğin göçmenlerin uyumu kadar otokton halkın da
göçmenlere uyum sağlaması, göçmenlerin temel hassasiyetlerinin farkında olunması
gerekiyor.
Göç politikasının başarısız olmasında göçün daha çok güvenlik konuları
merkezinde değerlendirilmesinin payı büyük. Soruna güvenlik merkezli bakış,
çözüm noktasında da güvenlikle ilgili bir anlayışı beraberinde getiriyor. Bu da
temel hakların askıya alınmasına zemin sağlıyor. Bu algının etkisinde uygulanan
politikalar da tam aksi sonuçlara neden olduğu gibi önyargı ve basmakalıplardan
da beslenerek, kamuoyunun “yabancıları” reddetmesine yol açtı. Ayrıca göçmen
kabul eden halkın korkuyla karışık panik ve önyargılı tepkiler göstermesinde,
göçmenlerin kriminaliteyle birlikte düşün(dür)ülmesi de etkili oluyor.
AB’nin göç konusundaki bu sorunlu yapısında en büyük suçlular ise
siyasetçiler ve medya. Göçmenlerin “ahaliye musallat olan dejenere yabancı
hayaleti” olarak görülmesinde de ülkelerine işlerini, ekmeğini ellerinden almaya
gelen “yığınlar” olarak muamele görmelerinde de siyasetçilerin parmağı var. Batı
medyasının bir kısmında göçmen istismarı had safhada. Önyargıları ve istisnai
olumsuzlukları, korkunç biçimlerde çarpık görüntülerle değerlendiren medya,
göçmenleri bir düşman olarak topluma sunuyor.
Diğer taraftan, Avrupa’nın uygulayageldiği “çalış, entegre ol, bize benze”
şeklinde özetlenebilen göçmen beklentisi ve entegrasyonu asimilasyondan ibaret
gören uygulamaları kesinlikle hatalı. Ancak göçmenlere de evsahibi ülkeye ve
bulundukları topluma ilişkin büyük sorumluluklar düşüyor. Kültürel değerlerini,
dillerini/dinlerini/adetlerini ve önem verdikleri şeyleri korumaları kesinlikle
haklarıdır. Ancak göç karşıtlarının ekmeğine yağ süren tutumları da terk
etmeleri gerekiyor. Göçmenlerin, öncelikle sosyal yardımları bir istismar unsuru
kullanmayı terk etmeleri ve bulundukları ülke ekonomisi ve kültürel çeşitliliği,
zenginliği için elzem olduklarını göstermeleri lazım. Kör bir inatçılık yerine
evsahibi topluma kendilerini daha fazla anlatmaya çabalamalı, diyalog anlayışını
özümsemeliler.
AB’nin imtihanı
AB’nin başarısız göç politikalarını terk etmek gerekliliğini somut olarak
ortaya koymasında en büyük pay İsveç’in ve İsveç’e bu açıdan müteşekkiriz.
İsveç’in bu ahlaki sorumluluk halinin göç konusunda AB’yi ileriye taşıyacağını
ummakla birlikte iki açıdan da şanssızlığımız var. Biri Fransa’nın Sarkozy
halleri: Göçmenler konusunda açık biçimde karşıtlık sergileyen, ırkçılığı
aratmayan uygulamaları sıklaştıran ve yersiz korkular yayan Sarkozy hükümetinin
varlığı insan haklarına telafisi zor zararlar veriyor. Diğeri de kendini
İslamofobi olarak gösteren yükselen yabancı karşıtlığı. Bu da çoğu durumda
kolaylıkla temel insan haklarının güvenlik kaygısına feda edilmesine neden
oluyor. Yine de AB’nin bu yeni adımının somut sonuçlarını umutla beklemeli ve bu
müşterek meselede güven veren İsveç’in kılavuzluğundan medet ummalıyız. Bugüne
kadar insan haklarına bağlılık konusunda kararsız davranan Kıta Avrupa’sının
göçmen meselesindeki tutumu demokrasiyle ve özgürlüklerle bir imtihanı
olacaktır.
Recep Korkut / Sığınmacılar ve Göçmenlerle Dayanışma
Derneği
|