Bu yazı, “insanlığın bittiği nokta”yı göstermek için
yazılmadı. Varsa bile böyle bir noktayı tekilliğe indirgemek fazla iyimser
kaçıyor. Nokta, çizgiye dönüşüyor, uzayıp gidiyor. Bizim isteğimiz, sabah sabah
kahvenizin boğazınıza takılması... Ki öksürün biraz, görüp de sadece oturduğunuz
yerden sitem etmekle yetindiğiniz şeyler dışarı çıksın. Bu sebeple sel sonrası
akıllarda kalan birkaç kareyi yorumluyoruz. Amacımız yaşanılan acıyı
paylaşmaktan öteye gidiyor... Zaten acımız paylaşılamayacak kadar büyük.
Hatırlar mısınız, (bizim hatırlamak konusunda pek beceriksiz bir nesilden
geldiğimiz söylenir) İstanbul Valisi Muammer Güler, sel
felaketinin ardından yaptığı açıklamada ısrarla yağmacılığın söz konusu
olmadığını söylüyor (Radikal, 10.9.2009), yaşanılanların yağmacılık olarak
değerlendirilmesinin fazla kaçacağını belirtiyordu. Bu olsa olsa,
“açlıktan hırsızlık” olabilirdi Güler için. Kendisi haklı
olabilir, zira insanın aç olabileceği şeylerin sınırı yok: Plazma televizyonlara
aç olabilir, porselen tabaklara aç olabilir, tüfeklere aç olabilir insan
sözgelimi. Hatta o kadar aç olabilir ki, kamyonla, kamyonetle, yük arabasıyla bu
bölgelere gelip açlığını dindirmenin binbir yolunu arayabilir!
Yağmacılık mı?
Güler’in açıklamaları bizim için pudralarla bile dindirilemez bir kaşıntı
yarattığından olmalı, biraz daha düşünelim dedik konu üzerine ve demagojik
söylemlerin ötesine geçebilelim. Sorduk kendimize, nedir yağmacılık?
Hırsızlıktan farkı nedir? Güler’in sözlerinin aksine, yağmacılık illaki bir
başkasının sahip olduğu şeylere zorla sahip olmak değildir. Zira doğal
felaketlerde (savaşta ve ayaklanma durumlarında da), malın sahibi olduğunu iddia
eden bir kimse olmasa dahi, sokaklara saçılmış kolilerden tabak çanak toplamak,
camları kırılmış dükkânlara girerek ne bulursa almak, sular altında kalmış
işyerlerinin depolarından “ganimetleri” kamyonlara, arabalara yüklemek
yağmacılıktır. Şüphesiz ki yağmacılık bir tür hırsızlıktır fakat... İşte bu
“fakat” önemli: Hırsızlıktan ayrıldığı nokta, başkalarının acısını
paylaşabilmekteki umursamazlığıdır.
Umursamazlık, ahlaki açıdan çökmüş bir melodiyi farklı tonlarda çalmakla,
bize bir “insanlık dersi” vermekle kalmaz... Muhtaç ve başka seçeneği olmayan
bir insanın düşebileceği en aciz durumu anlatır. Çünkü başkalarını, başkalarının
ihtiyaçlarını, acılarını umursamamak biraz da kendini umursamamaktır... Bir
romantiğin gözünde, bir Chopin noktürnünden daha hüzünlüdür bu durum. Sel
sonrası görüntülerde de bu göze çarpıyor. Yanlarından ceset torbaları taşınan
insanlar eğilmiş, yollara saçılan kolilerde kırık tabakları eliyorlar,
düzgünlerini bulabilmek için. Yakınlarını kaybedenler biçare dolaşırken
etraflarında, birbirlerine “Buraya, burada çocuk elbiseleri var!” diye
sesleniyorlar. Yanıbaşlarındaki üzüntü ve çaresizlik onları vurmadığı sürece bir
sıkıntı yok. Ne de olsa “herkes yapıyor!”
Distopya
Herkes mi yapıyor? Herkes mi seçeneksizliğin, çaresizliğin en ümitsiz
etkilerinden mustarip? Herkes mi yalnız, kendine yabancılaşmış, başkalarının
çığlıklarına umarsız? José Saramago’nun romanı, aynı zamanda geçtiğimiz yıl
Fernando Meirelles tarafından beyazperdeye de uyarlan Körlük, bir ülkenin
tamamının aniden yayılan bir “körlük hastalığı” sonucunda neler yaşayabileceğini
çarpıcı bir dille anlatıyor. İstanbul’daki sel sonrası görüntüler adeta bu
distopyadan (felaket ütopyası) sahneleri barındırıyordu içinde. Selin bıraktığı
çamur, üst üste kâğıt gibi yığılmış tırlar, arabalar, halen kayıp olan
yakınlarını arayanlar, yitip gitmiş hayatlar ve bu yıkıntıların arasında gezinip
ellerine geçirdiklerini toplayan, adeta yanıbaşlarındaki hayata bir tür “kâr, ne
kurtarsam yanımadır” diye yaklaşanlar.
Bu sel, Körlük’teki hastalık gibi herkesi evsiz, damsız, aç bırakmadı. Yine
de başka şehirlerden İstanbul’a yağmacılık için gelenleri gördük televizyonda ve
vicdanlarını “Nasılsa çamura karışıp gitmeyecek mi?” diye rahatlatanları. Bu bir
insanlık dramı olmakla birlikte değildi de... Bu ahlak çöküntüsü insanlığın
içinde bulunduğu yıkımı sorgulamak dışında, insanları böyle bir tabloya iten
şartları da sorgulamaya itmeli hepimizi. Sadece altyapı sorunları değil burada
mevzubahis edilen. Aslında bir şehrin değil, bir sistemin altyapısal sorunu. 19.
yüzyılın başından beri çarpık inşa edilen bir sistemin yıpranış sinyalleri.
Acısını bizden çıkaran, bizi yozlaştıran bir yıpranışın sinyalleri demeli ya
da... Fakat onu kimse tartışmaz oldu artık, ne yazık!
Funda Üstek / Oxford Üni., Karşılaştırmalı Sosyal
Politika, YL Oğuz Alyanak / Boğaziçi Üni., Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler, YL
|