Bangkok'ta 9 Ekim'de sonuçlanan Birleşmiş
Milletler toplantıları, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında, görünürde
iklim değisikliği, ama temelde küresel ölçekteki enerji ve finansman dolaşımı
ile ilgili güvensizlik ve gerginliği tüm çıpplaklığı ile ortaya koydu. 2012
sonrasi dönemde geçerli olacak kapsamlı, kalıcı, adil ve radikal bir iklim
rejiminin kabul edilmesi için umutların giderek tükenmeye başladığının
göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Eğer önümüzdeki haftalarda yapıcı adımlar atılmazsa Kopenhag
2009, tüm beklentilerin aksine, 2012 sonrası dönemde geçerli olacak kapsamlı,
kalıcı, adil ve radikal bir iklim rejiminin evsahibi olmak yerine, 2000 yılında
Lahey´dekinden çok daha kalıcı ve geri dönülemez bir başarısızlığın adresi
olarak anılabilir.
Bali'den Bangkok'a köprülerin
altından akan sular
Amerika'nın Başkan Obama ile beraber izleyeceği politika
değişimi, hiç kuşkusuz, küresel iklim değisikliği alanındaki gelişmeler için de
en önemli dönüm noktalarından birisiydi. Müzakere heyetinin yenilenmesi,
küresel ısınmada Amerika'nın tarihsel sorumluluğunun kabul edilmesi, yeni yasa
hazırlıkları, yenilenebilir enerji destekleri ABD'nin 2000'li yılların
başında Bush yönetiminin olumsuz tavrı ile uzaklaştığı iklim tartışmalarına
"geri döndüğünün" göstergesi olarak algılanmıştı.
Ancak ilerleyen dönemde, Senato ve Beyaz Saray'dan gelen
sinyallerin giderek zayıflaması, gelişmiş ülkelerin 2012 sonrası salım azaltım
hedeflerinin bilimin gösterdiği hedefin çok çok altında kalması, BM Genel
Sekreteri'nin İklim Zirvesi'nde, Çin dışında, özellikle gelişmiş ülkelerden
süreçte sıçrama yaratacak bır siyasi açıklamanın gelmemesi ve daha da önemlisi
işin parasal boyutunun belirleneceği G20 Zirvesi'nden de anlamlı bir sonuç
çıkmaması, Bangkok öncesi tansiyonu yükseltmişti.
Bangkok'ta ise, daha ilk günden itibaren, gelişmiş ülkelerin,
Kyoto Protokolu sürecinde kendi salım azaltım hedeflerini arttırmak ve yeni
finansman kaynakları oluşturmak yerine, Bali sürecinde salım azaltımı için tüm
ülkelerin ortak çabalarını tartışmak yönündeki ısrarlı talepleri, toplantıları
çıkmaza sürükleyen gelişmeleri tetikledi.
Kopenhag öncesi masadaki seçenekler
neler?
Kesin olan tek şey, her türlü yetersizliğine rağmen, Kyoto
Protokolü, sera gazlarının salımının azaltımı için küresel ölçekte geçerli ve
yaptırım gücüne sahip tek süreç. Kyoto Protokolu, öncelikle zengin ülkeler ve
Varşova Paktı'nın Doğu Avrupa'da yer alan üyeleri için yaptırımlar öngörüyor.
2012 sonrasındaki 2. yükümlülük döneminde bu ülkelerin daha fazla yükümlülük
almaları bekleniyor. Geri kalan 150'yi aşkın ülke için henüz hiçbir mali ve
teknik yükümlülük tanınmlanmaması, özellikle, küresel iklim değişikliğinde
bugüne kadar katkıları ihmal edilebilir düzeyde olan ancak 21. yüzyılda
salımları hızla artacak gelişmekte olan ülkeler açısından Kyoto Protokolu'nu
cazip kılıyor.
Ancak Kyoto Protokolu, doğal afetlerin zararının karşılanması
için hiçbir hüküm içermiyor ve 2000'lerdeki siyasi kararlılığından ve ekonomik
gücünden uzak Avrupa Birliği, Amerika'nın yer almadığı bir rejimi göze
alamadığı için eski öncü ve "kurtarıcı" rolunü de oynayamıyor.
Avrupa Birliği, esas olarak Amerika'nın ve
ardından sırasıyla ileri gelişmekte olan ülkeler (Meksika, G.Kore vd.) ve diğer
büyük ekonomilerin (Çin, Brezilya, Hindistan vd) sürece katılabileceği yeni bir
rejimi tercih ediyor.
Gelişmekte olan ülkeler de, bu gerçeği görmekle beraber,
deyim yerindeyse "Dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmamak için" öncelikle
ellerindeki tek "sopa" olan Kyoto Protokolu'nu çok iyi kullanarak, öncelikle
gelişmekte olan ülkelerin yükümlülüklerini garanti altına almaya
çalışıyorlar.
Bununla beraber, 2012 sonrası dönemdeki bir belirsizlik, Kyoto
Protokolü kapsamında ortaya çıkan karbon finansman kaynaklarının, gelişmekte
olan ülkelere akışının da sona ermesi anlamına geliyor.
Kopenag'da, öncelikle Kyoto Protokolu Ek-B listesinde yer alan
ülkelerin 2012 sonrasi için %40'a varan salım azaltımını konusunda gelişmekte
olan ülkelere samimi ve baglayici sozler vermeleri, elde edilecek bu güvenle,
uyum, finansman ve gelişmekte olan ülkelerin salım azaltımına katkılarının
tartışılması, bütün bu sürecin de Kopenhag sonrasındaki süreçte netleştirilerek,
2012 sonrasının tek bir iklim rejiminde tanımlanmasi bu kısır döngünün sona
ermesi için tek seçenek olarak ortaya çıkıyor.
Türkiye masanın
neresinde?
Bangkok toplantıları, Türkiye'nin resmen Kyoto
Protokolu'nun tarafı bir ülke olarak katıldığı ilk resmi süreçti. Ancak yaz aylarında
gündeme gelen, ancak kesin içeriği henüz tam olarak açıklanmayan "2020 yılında sera
gazı salımlarında %11 azaltım" söylemi Bangkok'ta Birleşmiş Milletler
platformunda resmen dillendirilmedi.
Aslında sağlıklı ve dengeli bir yükümlülük için, sadece bir
rakamın ötesinde bazı noktaları da dikkate alan bir sürecin kurgulanması daha
yararlı olacaktır. Öncelikle, belirlenecek bu hedefin hangi bilimsel ve ekonomik
çalışmalara dayanılarak ortaya çıkartıldığı, uluslararası müzakerelerin gidişine
göre bu hedefin ne tür esneklikleri bulunduğu, bu hedefin belirlenmesi sürecinde
ilgili kamu kurumlarının yanında özel sektör ve sivil toplumun sürece nasıl
katıldığı, belirlenecek bu hedefin hangi siyasi yapi tarafından
resmileştirileceği ve en son olarak bu hedefin uluslararası topluma nasıl
sunulacağı ve nasıl müzakere edileceği netleştirilmesi gereken çok önemli
noktalar.
Kopenhag öncesinde Türkiye'nin tüm bu çalışmaları tek başına
yürütmesi ve tamamlaması oldukça zor görünüyor. Bu çalışmaların
hızlandırılmasının yanında, Türkiye'nin, kendisi gibi Kyoto Protokolu Ek-B
Listesinin dışında yer alan diğer OECD ülkeleri olan G.Kore ve Meksika
başta olmak üzere, 2012 sonrasında gelişmiş ülkelere öore daha esnek ama diğer
gelişmekte olan ülkelere göre daha bağlayıcı yeni bir yükümlülük grubunun
tanımlanmasına öncülük etmesi, acil olarak değerlendirilmesi gereken bir
strateji olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye, kendisi bir öneri ile ortaya çıkmazsa, Kopenhag'da
siyasi ve ekonomik anlamda çok zor seçeneklerle karşı karşıya kalabilir. Böyle
bir gelişme ise, Türkiye'nin Kyoto Protokolu'ne katılmasının önünü açan kişi ya
da kuruluşların günah keçisi olarak ilan edilmesine yol açabilir.
|