16 Mayıs’ta Marmaris’te bir panele
katıldık. Konu, “Marmaris’te Geçmişten Geleceğe Turizm ve
Kentleşme” idi (1). Aynı konuda bir panel 20 yıl önce de yapılmış,
benzer konular tartışılmış benzer sorunlar, benzer çözüm önerileri dile
getirilmiş.
Turizme dayalı kentleşme ve onun genellikle Akdeniz havzasındaki kırılgan
ekolojilerde yarattığı doğal, fiziksel ve toplumsal tahribat üzerinden
distopyalar kurgulamak hiç de güç değil. Özellikle bu
kategoriye giren kıyı yerleşimlerimiz üzerinde yapılabilecek onar yıl aralıklı
gözlemler, telaşla “nereye gidiyoruz” sorusunu sormamıza neden
oluyor. Aynı çizginin sürdürülmesi halinde çok uzak olmayan bir gelecekte,
örneğin Marmaris koyu kolayca bir Hong Kong görüntüsüne
kavuşabilir. Marmaris’te, şimdiden yapı yapılabilecek bir tek boşluk
bırakmamacasına tüm düzlükler doldurulmuş, yerleşim sınırları dağlara, ormana
dayanmış. Biteviye dört- sekiz kat arası beton yığınlarıyla karşılaşıyorsunuz.
Tüm zemin katlar kafe, bar, restoran, çul-çaput dükkanı. Biraz daha kent
çeperinde bolca nalbur, inşaat malzemecisi, toptancı marketler yer alıyor. Tüm
yapılar turizmin hizmetine açık. “Normal” bir Marmarisli, evine çekilip turizmin
şamatasından uzak bir uyku uyuyamaz. Zaten ortalıkta Marmarisli de kalmamış.
Marmarisli bir arkadaşımın üniversiteyi bitiren oğlu yurtdışına gitme kararını
şöyle açıklıyor: “Ne yapabilirim, gece gündüz turist peşinde koşup, akşam bira
içip taş mı oynayayım? Üretim yok, kültür yok, arkadaş yok, burada bir sinema
bile yok!” Bu durum Kaş’ta, Alanya’da,
Didim’de farklı mı?
Aslında, bu belalı durum (yani ucuz yapılaşma, ucuz tarife, ucuz turist
döngüsü) tüm dünyada tartışılmaya başlanalı çok oldu. Yaklaşık 10 yıl önce bir
İngiliz havayolu uçağı ile Atina’dan Londra’ya gitmem gerekmişti. Uçak, Yunan
adalarındaki yıllık tatillerinden dönen İngilizlerle doluydu. Yanımdaki İngiliz
çiftle elbette Türkiye’den, Yunanistan’dan, Ege’den, turizmden filan konuşmaya
başladık: 20 yıldır yazları, aynı Yunan adasında tatil yapıyorlarmış. Artık
orasıymış onların plajı. İşte, benim de tepemi attıran konuya gelmiştik. Biraz
sıkıştırınca, “turist” utanıp sıkılarak “Evet” dedi, “bu uçaktaki İngilizlerin
çoğu, neredeyse hangi ülkeye gittiklerini bile bilmezler... İşte, gündüz bir
plaja gidiyorlar akşam da bira içip mutlu oluyorlar, onlar size Türkiye ile
Yunanistan arasındaki bir-iki farkı bile söyleyemezler...”
Benzer sorunlarla karşılaşan bazı ülkelerin başarılı, sürdürülebilir turizm
modelleri yaratabilmiş olan kesimlerinde örneğin Portekizli, İspanyol, Yunanlı
yerel halk, turist-murist demeden kendi yaşamlarını, olabildiğince kendi
kurallarıyla sürdürüyor ve turistler oralarda bu gerçek yaşamı -yani, gerçek,
tek ve biricik sürdürülebilir olan yaşamı- olabildiğince paylaşmaya çalışan ve
bunun için normalden biraz daha fazla para ödeyen gelip geçici katılımcılar
olarak konumlanıyor. Her durumda kentin boyutuna bağlı olarak küçük bir müze,
bazen dünya çapında bir kültür merkezi bulabilirsiniz, kimlik sürekliliğinin
üzerine titrerler. Kimlikleriyle gurur duyarlar. Bu yol, biraz da kendini
sevmekten, saymaktan, özgüvenden geçiyor galiba? Bence sürdürülebilirliğin esas
formülü tam da burada...
Nerede olduğunu bilmezlik
Kuramsal tartışmalara girmeye gerek var mı? Bu durumda, turizmin burada
algılandığı haliyle, doğal, kültürel sürdürülebilirlik arasında nasıl bir denge
kurulabilir? Günün aydınlık bölümünü bir kumsalda veya bir havuzda bira içerek,
karanlık bölümünü ise bir barda-yine- bira içerek geçiren bu turist tipolojisi
için nasıl bir mimariye ihtiyacımız olduğunu düşünür müsünüz? Aslında tam olarak
içinde bulundukları ülkeyi bile fark etmeyen bu turistler için, Türkiye’de bazen
dışarı adım atmadan tüm tatillerini geçirdikleri tatil köylerinin mimarisinde
biçime biraz kubbe, cumba filan konmasını, kıl çadırda çiğ börek yapılmasını,
“animasyon” olarak ise oryantal geceler düzenlenmesini, deve üzerinde dondurma
satılmasını hoşgörmek gerek.
Nerede olduğunu bilmezlik konusunda biraz daha kafa karıştıran yeni tür
(Venedik, Kremlin-Kızıl Meydan, Titanik vb) temalı tatil köyleri de daha bir
anlamlı oluyor bu durumda... “Turistik” ilan edilen yerleşim alanlarında,
yapılarda artık doğala, yerele ait olan “şey”den başka herşey var. Planlarda bu
konuda hiçbir ayırım yapılamadığı için, “turistik” ilan edilen her yer ve her
şey kentten veya doğadan acıyla koparılan birer parça. İstanbul’da Gökkafes,
turistiktir. Parkotel de turistiktir. Kız Kulesi de turistiktir. Konut
mahalleleri arasında açılan kepaze barlar da turistiktir. Kıyılarımızda ayrım
gözetmeksizin yapılan tüm yapılar turistiktir. Yılda 20 bin kişinin su
ihtiyacını tüketen bir golf sahası da turistiktir. Bir süre sonra bize hiçbir
şey kalmaz kentten, doğadan. Sahte ve geçici yaşamlara teslim etmiş oluruz bu
yerleri.
Tüm bu sözlerimden, daha doğrusu gözlemlerimden, turizm düşmanı olduğum
anlaşılmasın. Kaçınılmaz olarak turizm, çağdaş sosyal ve kültürel bir olgu;
çevresel etkileri de elbette bu bağlamda değerlendirilip tartışılmalı. Turizm,
çağımızda reddedilemeyen bir gerçeklik, dinamik ve verimli bir sektör.
Hareketlilik sürekli artıyor, insanlar çeşitli beklentiler ve taleplerle elbette
buralara da gelecek. Bence önemli olan, bizim onların etkisinde ne kadar
kalacağımızdır. Yaşama biçimlerimizi, yaşam çevremizi onları odak alarak ne
denli değiştirmeyi düşündüğümüzdür.
Turizmcilere soru
Sistem çalışıyorken, iyi-kötü kazanan ve sürekli yeni teşvikler bekleyen
turizmcilere şunu sormak isterim: Yurtiçi veya uluslararası turizm endüstrisi
için, tamamı devlet eliyle yapılmış müthiş altyapı yatırımları karşısında; neden
Türkiye kıyılarındaki turizmin niteliğini (ama kültürel düzeyi de)
yükseltebilecek ilginç katkılarda bulunmuyorlar? Neden turizm yatırımcılarının
da katkılarıyla Bodrum’da, Marmaris’te, Fethiye’de, Kaş’ta, Troia’da,
Hattuşa’da, Çatalhöyük’te, Aizanoi’de, Hasankeyf’te, Zeugma’da özel bir müze,
bir kültür merkezi vb. kurulmuyor?
Tatil yöresi diye tanımladığımız bölgelerin ana sorunu, giderek gerçek
kimliklerinden uzaklaşması hatta yok olmasıdır. Bunun için acilen, bu sektörden
para kazananların STK’lar altında örgütlenmeleri ve yörelerinin kimliklerini,
çağdaş deyimle “marka değeri”ni yükseltecek girişimlerde bulunmaları gereklidir.
Örneğin benzer girişimler, Yunanistan gibi ülkelerde de çok farklı alanlarda
gerçekleştiriliyor, balıkçılar sendika kurup adalar arası taşımacılık
yapıyorlar, birçok köyde bir-iki ev etnografik ögeleriyle ziyarete açılıyor, bir
uzo firması Midilli ve Barabayani Ouzo Tarihi diye bir kitap hazırlıyor...
Turizm üzerinden rant yaratma, otellere kat çıkma, beş şişe fazla bira satma
çabalarımız yanı sıra turistik geceleme başına ayırabileceğimiz marjinal bir
katkı payı bile yılda 2-3 milyonluk fonlar yaratabilecektir. Bu ve benzeri
yöntemlerle, turizm altında ezilen yörelerimizde müze-kültür merkezi-eğitim
tesisi girişimleri başlatılabilir, doğru düzgün yayınlar yapılabilir, buralarda
yok olmuş kamusal alanlar ve mekânlar kısmen kente, kentliye geri
kazandırılabilir. Şimdi diyeceksiniz ki vergimi ödüyorum, personel istihdam
ediyorum, domatesi, balığı da yerel pazardan alıyorum, bir de başıma bu mu
çıktı? Ben de hemen yanıtlayacağım: “Herkes kapısının önünü süpürürse sokaklar
pislik içinde kalır”. Burada önemli olan birbiriyle dürüst rekabetin yanı sıra
ortak payda ve çıkarlar doğrultusunda uzlaşmaktır. Yerel yönetimler de sürekli
yakınmak yerine yerel inisiyatiflerle derhal masaya oturup yaratıcı çözümler
üretmelidir.
Yoksa, kendi ellerimizle yarattığımız sektör kendini yok eden bir canavara
dönüşecek...
Haydar Karabey / Dr., mimar
1. ‘Marmaris’te Geçmişten Geleceğe Turizm ve Kentleşme’, panel, 16 Mayıs
2009. Katılımcılar: Ersen Gürsel, Tavit Köletavitoğlu, Oktay Ekinci, Saim
Nalkaya, Haydar Karabey
|