Yıl sonu yaklaşıyorken ekonomi üzerine genel bir
değerlendirme yapmak ve tartışmaların bir özetini
vermekte fayda var. Değerlendirmeler kredi derecelendirme
kuruluşlarının neden notumuzu aşağı doğru çekme eğiliminde olduğunu anlamaya
yardımcı olabilir. Son dönemlerde Türkiye için yapılan yanıltıcı ve doğru
olmayan bilgilendirmeler, bu tür kuruluşların değerlendirmelerine tepki
gösterilmesine neden olabiliyor.
Gelirimizin 10 yılda 4 kat artığı, kişi başına düşen milli gelirimizin 12 bin
dolar olduğu, dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden birisi olduğumuz,
2023’te en büyük 10 ekonomi arasına gireceğimiz, ekonomik mucize
gerçekleştirdiğimiz gibi gerçekdışı söylemleri her yerde duyar olduk. Elbette
bir şeyler başarmış olmak güzeldir ama bu hoş söylemlerin hiçbiri doğru değil.
Çünkü hiçbiri rakamlarla desteklenmiyor. En önemli başarımız, ekonomik büyüme
ile ilişkilendirilmeyen gelir dağılımındaki iyileşme. Dönemsel ekonomik
büyümemiz ise dünyanın mevcut gelir seviyesine göre vasat ve yetersiz.
Önce 12 bin dolarlık kişi başına düşen geliri ele alalım.
GSYH rakamları, ham haliyle ekonomik refahın karşılaştırılmasında yetersiz
kalır. Bu nedenle, özel koşullar altında alım gücü paritesine göre hesaplanan
gelir kullanılır. Az gelişmiş ülkeler bu rakamı tercih ederler çünkü yüksek
gelire sahiplermiş gibi bir intiba bırakır. Şu sıralarda Türkiye’ye ait herhangi
bir reel milli geliri 2.34578 ile çarptığınızda alım gücü paritesine göre ilgili
milli gelire ulaşırsınız. Bu hesaplama herhangi bir yılın reel rakamları için
yapılabilir. 2010’a ait sabit fiyatlarla hesaplanan reel kişi başına düşen gelir
olan 5 bin 345 doları bu sayı ile çarpınca bulunan değer 12 bin 539 dolar. Bu
bizim alım gücü paritesine göre hesaplanan kişi başına düşen gelirimizdir. İşte
ortalıkta uçuşan rakam da budur.
Yorumu da şöyledir: Gelirimiz gerçekte 5 bin 345 dolar iken bu miktar bir
ABD’linin aynı mal ve hizmet için 12 bin 539 dolar harcamasına eşittir. Yani bu
12 bin dolar Türkiye’deki değil ABD’deki 12 bin dolardır. ABD için 12 bin dolar
düşük yaşam standardı demektir. Şöyle bir yorum da mümkün: 5 bin dolarımız
olmasına rağmen 12 bin dolarımız varmış gibi yaşıyoruz. Ne denilirse denilsin
fiilen reel gelirimiz 2010’da 5 bin 345 dolardır. 2001’de ise 3 bin 894 dolardı.
10 yılda yüzde 37 arttı. Bu artış diğer ülkelere göre oldukça düşük bir
performanstır. Çünkü en nihayetinde Zimbabve gibi birkaç ülke dışındaki bütün
ülkeler büyüdü.
En hızlı büyüyen ekonomi
Şimdi en hızlı büyüyen ekonomi söylemine bakalım. Toplam
GSYH rakamını ele alalım mesela. Şimdilerde bir ekonominin büyüyüp büyümediğini
anlamanın tek yolu bu rakamı kullanmaktır. Büyüme oranı yıllık veya daha kısa
dönemler için hesaplanabildiği gibi kısa süreli geçici dalgalanmaların etkisini
bertaraf etmek için 5’er veya 10’ar yıllık dönemler içinde hesaplanabilir.
1980’den bu yana 5’er yıllık büyüme rakamları şöyledir: Yüzde 20.9 (1985-1981),
yüzde 22.8 (1990-1986) yüzde 16.3 (1995-1991), yüzde 13.6 (2000-1996), yüzde
32.4 (2005-2001) ve yüzde 9.2 (2010-2006). Bu rakamlara baktığımız zaman,
2010-2006 dönemi sadece son 30 yılın değil, 1960’tan bu yana gözlemlenen en
düşük performanslı dönemdir. En yüksek büyüme rakamları 2001-2005 döneminde
gerçekleşmiş gibi görünse de esasında 2002-2006 dönemindedir. Yani kısa bir
süreliğine Türkiye’de görülen sıradışı büyüme görülmemiş bir hızla olumsuza
doğru dönmüş.
Peki son dönemde oranlar böylesine düşük iken gelirin 4 katına çıktığına dair
söyleme ne diyeceğiz? Orada söylenen cari gelirdeki değişikliktir. Çoğunlukla
enflasyondan ötürüdür, büyüme hesaplamalarında kullanılmaz. Enflasyon bütün
fiyatlara aynı anda sıfır eklemeye benzer, sıfır atmak bir ülkeyi
fakirleştirmediği gibi, eklemek de zenginleştirmez. Yakın tarihimizde
ekonomimizi 10 yılda 4 katına çıkaracak kadar beşeri ve fiziki sermayemiz hiç
olmadı. Serbest piyasa mekanizması iyice oturduğuna göre gelecek 50-60 yıl
boyunca da böyle bir artış beklememeliyiz.
Dünyadaki durumumuz
Türkiye için yukarıda yaptığımız beşer yıllık büyüme hesaplamalarını verisi
mevcut bütün ülkeler için yaptığımızda Türkiye’nin sıralamasının şöyle olduğunu
görüyoruz: 55 (1995-1991), 89 (2000-1996), 27 (2005-2001) ve 100 (2010-2006).
Yani 2010-2006 döneminde 100’ncü sıradaymışız. Kısacası, dönem itibarıyla düşük
performans gösteren ülkeler grubunda yer alıyoruz. 2011 için dillendirilen yüzde
8.5’lik büyüme rekoru ise Türkiye’nin son beş yıllık büyüme performansını ancak
1996-2000 dönemine yaklaştırıyor. Bu oran, piyasanın ağır bir krize verdiği
sıradan bir tepkidir. Gelecek yıl için beklenen yüzde 3 oranı ise tepkinin
sonraki aşaması. Krizin “artçıları” 2016’ya kadar devam edecek çünkü ekonomimiz
dünyanın krizine karşı bir savunma geliştirmedi.
2023’teki konum
Bütün dünya ülkelerinin ekonomik performanslarına göre hesaplamalar
yapıldığında, Türkiye 2023 yılına 16. ekonomi olarak girebilecek. Eğer son 10
yıllık dönemin performansıyla hareket edersek, ilk 10 ekonomi arasına en erken
2046 yılında girebiliriz. Ancak entelektüel tahribat, değişen sermaye yapısı ve
azalan tasarruf eğilimi nedeniyle ilk 10’a nispeten yoksul bir ülke olarak
girebileceğiz. Eğer Avrupa’daki ve Ortadoğu’daki yeniden yapılandırma süreci
erken biterse yukarıdaki tarih ötelenebilir.
Gelir dağılımı
Serbest piyasa gelir dağılımını kendiliğinden iyileştiremediği için ekonomik
müdahale şarttır. Müdahale genel olarak sosyal politika kapsamındadır. Gini
katsayısı gelir dağılımının en önemli göstergesidir. 2003’te bu katsayı
43.6’ydı. Yani sokakta iki farklı gelir grubuna mensup iki kişiden zengin olanın
geliri diğerinin gelirinden en az yüzde 43.6 kadar fazlaydı. Bu katsayı 2008’de
39.1 olarak hesaplandı. İlk kez 40’ın altına düştü. Değişim çok büyük olmamakla
beraber, yaşam standartlarımıza göre bu önemli bir başarıdır. Bu durumun,
çoğunluğu oluşturan alt gelir gruplarının refah seviyesi üzerinde doğrudan ve
olumlu etkisi oldu.
Bu refah artışı ekonomik ilerleme gibi algılanıyor. Böyle bir refah artışı
ekonomik büyüme olmadan da gerçekleşebilir. Sonuçta iş sosyal politikalarda
bitiyor. Ancak bu süreç doğrudan veya dolaylı olarak borçların ve vergi yükünün
artmasına, tasarrufların azalmasına, yerli yatırımların küçük ve orta
büyüklükteki işletmelerde yoğunlaşmasına ve katma değeri yüksek yatırımların
elden çıkarılmasına yol açtı. Bu kayıpların yerini doldurabilecek mekanizmalar
oluşturulmadı ve bu değişimlerin tam etkisi henüz hissedilmedi.
Ramazan Sarı / Prof. Dr., ODTÜ,
İİBF
|