endini istila eden binalara inat, direnen dağlarından çıkıyoruz
Antalya’nın. Yol arkadaşım Doğa Derneği'nden Ferdi
Akarsu. Benim için her yan yeşil, onun için ladin, sedir, çam... İki
saatlik bir dağ yolculuğundan sonra karşılaşacağımız hayatı düşünüyorum gözlerim
yeşile ve maviye takılı. Bu renklerin bir süre sonra şantiyeye keseceğini bile
bile. Alakır’dayım. Tuğba Günal ve Birhan
Erkutlu’nun misafiri olacağım. Onlar kim mi? Anlatacağım, ama önce bir
sorum var. Siz hiç size sunulan her şeyi bırakıp da, hayata sıfırdan başlamayı
denediniz mi? Öyle sıkıntıdan ya da şımarıklıktan değil, kaçmaksa hiç değil,
bile isteye her şeyi bırakmayı göze aldınız mı? Onlar aldı. Sistemin etlerine
geçirdiği dişlileri silkeleyip attılar, bir parçalarını orada bırakma pahasına
hem de. Önce yola düştüler, arındılar, iyileştiler, “basit”leştiler. Alakır’da
dağ başına yerleştiler. Antikapitalist bir hayat kurdular, iktidar
ilişkilerinin, hiyerarşinin, ikiyüzlülüğün olmadığı bir hayat... Bütün
bildiklerini unutup, topraktan öğrenmeye başladılar.
Altı yıl önce
kurdukları bu yaşam şimdi saldırı altında. Şehirleri, suları, ormanları satarak
ilerleyen kapitalizm kapılarına dayandı. Sadece onların mı? Türkiye’nin sebze
ihtiyacının yarısını karşılayan Kumluca Ovası’ndan, Beydağları’na uzanan 60
kilometrelik Alakır Vadisi 100 bin insana evsahipliği yapıyor.
Planlanan sekiz hidroelektrik santralının (HES) kılıfıysa hazır: Elektrik
ihtiyacı. Oysa rakamlar bunun bir düzmece olduğunu gösteriyor. Türkiye’de 2023
yılına kadar 2 bin HES hayata geçirilse bile, elektrik ihtiyacının ancak yüzde
5’i karşılanabilecek…
- Önce
sizi tanıyalım...
Birhan: İstanbul doğumluyuz.
Ben 74'lüyüm, Tuğba 75'li.
Tuğba: Ortadirek ailelerin
çocuklarıyız. İstanbul’un en modern yerlerinden Kadıköy’de doğduk, büyüdük.
Koleje gittik, İngilizce öğrendik. Marmara Ekonomi’yi bitirdim, Birhan Yıldız
Teknik’e girdi, bıraktı.
Birhan: İstediğim bu değildi.
Sanata, resme ilgim vardı. Akademide okuyayım dedim. Orada da eğitim
kafamdakinden farklıydı. Alaylı olarak resim yapıyorum. Marangoz atölyesinde
mobilya tasarımı yaptım...
- Nasıl tanıştınız?
Birhan: Komşuyduk. İkimiz de aynı okuldaydık.
Liseden beri, 19 yıldır birlikteyiz.
Birbirlerinden, samimiyetten,
dostluktan başka şeye gereksinim duyulmayan bir birliktelik bu; içinde hep
toprak ve yeşil olan. Ailelerinden tek başlarına tatile çıkma izni kopardıkları
20’li yaşlarından beri, hep dağlara gidiyorlar. Köylülerle tanışıyor, her dağ
evinde kendilerini hayal ediyorlar. Rainbow kamplarında farklı dinden, ırktan
insanlarla, yolu olmayan yerlerde, yemeklerini paylaşıp, doğayla baş başa iki ay
yaşamaları da bu zamanlara dayanıyor.
- Toprakla bundan
önce bir ilişkiniz var mıydı?
Tuğba:
Babaannemin köyüne götürürlerdi. Yadsırdım. Sevmezdim. İnek kokuyor, der, dönmek
isterdim.
Birhan: Benim köyüm bile yok. Soyağacımdaki
herkes şehirli. Şehirde çocuklara doğayı sevelim, koruyalım, denir. Öyle
büyüyünce doğayı ötekileştiriyorsun. Doğaya dair deneyimimiz, ilgimiz yoktu.
Domates bitkisinin nasıl bir şey olduğunu, yetiştirince öğrendik.
- Sizi bu dağ başına
getiren yolculuk nasıl başladı?
Tuğba: Bir
ailenin koruyuculuğuyla büyüdük. Kendimizi bundan sıyırmalıydık. 23-24
yaşındaydık. Hindistan’a gidenleri görünce, yapılabilirliğini anladık. Orada
kendi kendine yetebilmeyi, ayakların üzerinde durmayı öğreniyor, hayatı
tanıyorsun.
Sene, 98. Ne internet var, ne tur şirketleri. Sırtlarında
çantaları trenle, otobüsle, otostopla, yayan, dolana dolana, dolaşa dolaşa
varıyorlar Hindistan'a. Aceleleri de yok aslında, zaten asıl olan “yol
almak”.
- Ne öğretti yol size?
Birhan: Büyüdüğümüz fanusu kırmak, Doğu’ya
doğru yol almak, yok olmak istedik. O hiçliğin içinde yeni kavramlara yeni
değerler yükledik. Bu bizim jenerasyonumuza özgü bir sorun bence. Çünkü bizden
öncekilere bir önceki kuşaktan bilgi aktarılıyordu. 80'lerden sonra Türkiye’nin
kapitalizmle iç içe girmesi bu halkayı kırdı.
Bir yıl Hindistan’ın
dağlarında, Sadular'la yaşıyorlar, bir hırka, bir lokma. Onca yoksulluklarına
rağmen insanlar, sofralarını açıyor onlara. Yaşamak için çok fazla şeye
ihtiyaçları olmadığını anladıkları an işte bu.
- Bunun için
illa Hindistan’a gitmeniz gerekiyor muydu?
Birhan: İstanbul’a sıkışmış bir grup insandık.
Tek şey dayatılıyor; Doktor ol, mühendis ol, askere git, evlen, çocuğun olsun,
bir “şey” ol... Ruhumuzda bu yok. Ancak örnek alabileceğimiz, yol gösterecek bir
atabilgimiz de yoktu. Dünyanın gidişatı hakkında ciddi sorumluluk hissediyor,
böyle gelmiş böyle gider deyip oturmak istemiyorduk. Bozulmamış, feyz alıp,
yaşamlarımızı entegre edip uygulayabileceğimiz bir kültür dokusu arıyorduk.
“Başka bir dünya mümkün”ü ortaya koyabilmek için bir yerden başladık.
- Doğada yaşama kararını ne zaman, nasıl verdiniz?
Birhan: 2003, Irak savaşı başlamak üzere,
barış eylemlerine gidiyoruz. Bağırıp, eğlenip, evlerimize dönüyor, tüketime
devam ediyoruz. Bu bizi çok rahatsız etmeye başladı. Ahlaksız hissettim. O
çarkın, sistemin içinde her yaptığımız Bush gibileri yaratıyor. Zamanla sokağı
da bırakıp, ışık kapatmayı eyleme dönüştürdük. Şimdi de internetten Ankara’ya
yürüyorlar! O eylemde karar verdik. Bir parti düzenleyip, eşyalarımızı dağıttık,
mülkiyetlerimizden kurtulma ritüeli gibiydi.
Bu bir kaçış değil,
lanet edilerek çıkılan bir yolculuksa hiç değil. Güzel şeyler yaratmak için
düşüyorlar yola. Uğurlayanların kafasında, burunları sürtüp dönerler
düşüncesinin geçtiğini biliyorlar ya, bir inatları yok zaten. Görmek, denemek
istiyorlar. Doğada yaşamayı seçmiş birkaç kapı dolanıyorlar. Hiçbiri
kafalarındaki antikapitalist anlayışa uymuyor. Sırtlarında çanta yol yol, dağ
dağ dolaşıyorlar Anadolu’yu. Karadeniz, Toroslar... Alakır’dalar. Su
değirmeninin önünde Hamidiye Teyze karşılıyor onları. Rastalı saçlı, garip
kıyafetli bu gençleri dağa getirenin ne olduğunu merak ediyor. Toprak
aradıklarını söylediklerinde, “Her yer toprak” diyor, “orası kolay da,
yapabilecek misiniz?” Alakır’a gelip giden jandarma komutanlarının bile bahis
konusu oluyorlar: “Her şeyine varım, üç aya kaçarlar”. 40 yıl önce terk edilmiş
bir arsayı ailelerinin yardımıyla alıp yerleşiyor, tek odalı ev inşa ediyorlar.
Kütükten lavabo yapmayı, yeraltını buzdolabı gibi kullanmayı, akrep, yılanın
gelmemesi için çardağın her gün temizlenmesi gerektiğini öğreniyorlar yavaş
yavaş.
- Başka neler öğrendiniz?
Tuğba: İlk geldiğimizde farklı farklı toprak
olduğunu hiç düşünmemiştim. Ektikçe hissetmeye başlıyorsun. Kitaplardan, Durmuş
Amca’dan öğrenmeye çalışıyorsun, ancak olur mu olmaz mı diye karışıklığa
girersen, toprak sana karışıklığı geri veriyor. Toprak gerçekten seni
yansıtıyor. Öğrendikçe egon daha da iniyor,
sadeleşiyorsun.
Birhan: Şimdiye kadar edindiğimiz
bilgileri hiçleştirmeye çalışıyoruz ki, benliğimiz ortaya çıksın. Ben hâlâ hava
bu kadar sıcaktı, şu kuş öttü, bu bitki çıktı diye not alıyorum. Hepsi doğanın
harmonisindeki yerimi yakalayabilmek için.
- En çok ne zorladı
sizi?
Tuğba: Köylülerle ilişki... Köy
sınırlarındaki tek yabancılarız. Saçlarımız, kıyafetlerimiz çok farklı. Zaman
zaman dedikodular döndü. Onların bıraktığı şeyi yapmak için, şehri bırakıp
gelmişiz, garipsediler...
Birhan: Ben her
söyleyeceklerine kabuldüm. Onlar için biz uzaylıyız. Tipime, yaptığım işe bak.
Köylü tanımlamak ister, ancak bizi tanımlayamadılar. O sırada da her şeyi
dediler. Kendimizi anlatmak için tek tek kapılarını çaldık. Anlayan anladı.
Anlamayan, bunlar altın arayıcısı, satanist, misyonerdir, dedi. Önemli değil.
Tuğba: Çok çalıştığımızı gördükçe, saygı duydular.
Birhan: Çoğunun çocuğu otellerde çalışıyor.
Çocuklarında görmedikleri toprakla uğraşma isteğini bizde gördükçe, bizi çocuğu
addeden çok köylü oldu. Bilgilerini paylaştı. Onların sayesinde biz domatesi
bile bilmeyen insanlar sağ kalabildik.
En çok da Durmuş Amca
sayesinde. Köyden bile dokuz kilometre uzaklıktaki arsalarına en yakın komşu 77
yaşındaki bu adam. Birhan’a göre tam bir anarşist. “Dünyanın geri kalanı yok
olsa” diyor, “onun yaşam kalitesinde bir değişiklik olmaz”. Oysa şimdilik
dünyanın değil ama Alakır’ın ve dolayısıyla Durmuş Amca’nın sonuna yavaş yavaş
geliniyor. Durmuş Amca, HE’’lerle ilgili ne düşünüyorsun diye soranları, kızgın,
çatallaşan sesiyle yanıtlıyor: “Ben yaşımı almışım. Bir kırmam var, sıkar,
yiter, giderim. Siz okumuşsunuz, bu çözülecekse siz
çözeceksiniz”.
Alakır’da bir cinayetin planları ince ince
işleniyor. Silahın arkasında, ben varım, siz varsınız. Bu sistemin, tüketimin
bir parçası olarak Durmuş Amca’yı, Alakır’ı, Birhan ve Tuğba’yı biz öldürüyoruz.
Şimdi doğayı, başka bir dünyanın var olabileceğini gösteren bu yaşamı korumak
için ayağa kalkın, işe gereksiz elektrik harcamalarınızı bırakmakla başlayın.
Sonra da sokağa çıkıp, Birhan ve Tuğba’nın sesine ses katın… Çünkü başka bir
dünya mümkün, gördüm. İşte Alakır’ın özgür akması için bir neden
daha...
Ne kadar sade o kadar iyi
Doğa,
onlar için yeşil ve maviyle sınırlı değil, samimiyet, dürüstlük, egoyla savaş,
barış, bütün bunları içinde taşıyor. Ağaçla, kuşla, kurtla kurdukları ilişki
sayesinde “insan” olmanın anlamını her gün yeniden keşfediyorlar. Her sabah
doğan güne şükürle açıyorlar gözlerini. Her gün daha basit ve sade yaşamayı
öğretiyor onlara, sistemin içlerine, derilerine doladığı kabukları bırakıyorlar
birer birer. Devamlı bir uyanıklık, farkındalık hali bu. Akşam olup da çardağa
uzandıklarında bazen kitaplarına dalıyorlar, bazen konuşmaya. Alakır’ın sesine
sığınıp uykuya dalıyorlar.
- Parayla ilişkiniz ne durumda?
Birhan: Sebzemizi, meyvemizi, buğdayımızı
kendimiz yetiştiriyoruz. Şimdi dokumayı öğreniyoruz ki, kıyafetlerimizi yapalım.
Süt, tereyağı, yoğurdumuzu hâlâ köyden alıyoruz. Hayvancılığa başlayınca bunlar
da bitecek.
Alakır özgür akacak
Alakır’a sekiz
HES yapılması planlanıyor. İkisi için harekete geçilmiş. Birini köylüler
durdurmuş.
- HES’lerden ne zaman haberiniz oldu?
Birhan: Lafı dolanıyordu ancak mühendislik
bilgimle suyun elektrik üretmek için yeterli, yolun uygun olmadığını, yatırımın
yatırım olmayacağını bildiğimden ihtimal vermedim. Kapitalistlerin sınırlarını
aştığını bilmiyormuşum. Uyuduk. Araba geçmeyen yolda kepçeler görene kadar...
Hâlâ sadece Alakır’da yapıldığını sanıyoruz. Anladık ki, bütün Anadolu’da,
dünyada yapılıyor… HES'ler benim gurum, tapınağım. Beni uyanışa götürdüler.
Şehirden çıkınca bir fanusu kırdık sanmıştık, ama burada da bir fanus
yaratmışız. Antikapitalist bir hayat kurduk, ancak yine dürüst değilmişiz.
Uyanışa bak…
HES’ler onları yeniden şehre indiriyor; eylemlere,
toplantılara, davalara katılmak için…
- HES hayatınızda
başka neleri değiştirdi?
Birhan: Elektrikle
ilgili alet yoktu. Ailelerimizin araması için bir cep telefonumuz vardı, küçük
bir güneş paneliyle şarj ediyorduk. Güneş paneli büyüdü, elektrik, bilgisayar
geldi. İnternette şantiyenin fotoğraflarını dağıtıyoruz, eylem programlarına
bakıyoruz, araşıyoruz. Bir mücadele var artık.
Kuş uçmaz, kervan
geçmez evlerinin önünden, şimdi tozu dumana katan şantiye arabaları geçiyor,
Alakır’ı hapsedecek borularla birlikte. Plan şu: Su büyük borularla aşağıya
taşınıp, hız kazandırılarak dökülecek. Alakır’a kalansa kuraklık ve ölüm.
- Eğer HES yapılırsa, ne yapacaksınız?
Birhan: HES değil, üç nükleer santral üst üste
dikilse de bir milim kıpırdamam. Aynı ritüellerle bu yaşantıyı sonuna kadar
götüreceğiz. Önemli olan buradaki yaşamın nefes alıp vermesi. Bu insanların
geleceğe dair en büyük korkusu, bu yaşam tarzı. Birçok insan için rahatsızlık
kaynağıyız…
Birçoğu için de umut… Açacakları dört davanın 10
milyarlık masrafı imece usulü toplanıyor. Kimi sokakta müzik yapıyor, kimi
çöpteki atık kutulardan cüzdan yapıp, Alakır Özgür Akacak etiketiyle satıyor.
Kimi her misafirine bir kutuya bozuk para attırıyor. Parayı elden vermek şart.
Gelip Alakır’ı, neyi koruduklarını görsünler istiyor Tuğba ve Birhan. Ne
dersiniz?
|