Theodosius surlarının dışında,
Topkapı’da 354 bin metrekarelik devasa bir alanda, 150 milyon
TL harcanarak inşa edilen “Osmanlı Parkı”, İstanbul’da
Cumhuriyet döneminde gerçekleştirilen ikinci büyük kentsel
düzenleme. Birinci proje Atatürk’ün daveti ile 1930’larda
İstanbul’a gelen Fransız şehirci-mimar Henri Prost tarafından
Pera’nın kıyısında, Taksim ile Şişli arasında gerçekleştirildi.
Bu kapsamlı düzenleme çok amaçlı salonu (Spor ve Sergi Sarayı), Açıkhava
Tiyatrosu, İnönü Stadyumu ve nihayetinde Atatürk Kültür Merkezi (Opera) ile o
tarihe kadar özel alanda yer alan kültüre kamusal bir alternatif oluşturmayı ve
2. Meşrutiyet’ten sonra oluşturulmaya çalışılan “Neo-Osmanlı”ya
bir alternatif ortaya koymayı hedefliyordu. O tarihe kadar kamusal alana
oryantalist bir tarz hakimdi. Vapur iskeleleri, elektrik trafoları, Osmanlı
Bankası binaları, okullar, hastaneler, hatta devlet borçlarını tahsil etmekle
görevli Duyunu Umumiye binası bu tarzda inşa edilmişti.
Bu yıl açılışı yapılan Osmanlı Parkı’nın ise Osmanlı’nın
merkezi olduğu düşünülen Tarihi Yarımada’nın sınırında, gene ana ulaşım
arterlerinin üzerinde, camisi, geleneksel el sanatları çarşısı, Fetih Müzesi,
gezi alanları ile bu oryantalist tarza bir geri dönüşü amaçladığı söylenebilir.
Kendi kendisini oryantalize etmeye çalışan bu “Neo-Neo-Osmanlıcı” program da bir
öncekine referansla Osmanlı’yı kentte bir ulusdevlet projesi olarak yeniden
kurgulamayı amaçlıyor.
Sahiplenirken yok etmek
Burada, adlarını bilmediğimiz birtakım mimarlar, sanatçılar İstanbulluların
parasıyla tiyatro dekoru gibi tasarımlar yapmışlar. Belediye yöneticilerinin 20.
yüzyıl başından kalma modern (bazen art-nouveau, bazen neo-klasik) ahşap
yapıları, bize çocuk kandırır gibi “Osmanlı evleri” diye yutturmaya çalışmasını
Cüneyt Arkın’ın Kara Murat filmlerine benzetiyorum. Bu
filmlerde Cüneyt Arkın üstlerinden zıplayıp, tepelerinden uçtuğu Bizans ve
Osmanlı surları dışında nasıl kendisini “mecburen” 20. yüzyıl başından kalma bir
kent dokusunda bulursa, bizim çok akıllı mimarlar da “Osmanlı” deyince bunları
anlıyor. Kara Murat filmlerinde 19. yy sonu endüstriyel malzemelerle, fabrika
tuğlaları, putrellerle, volta döşemelerle inşa edilmiş modern binalar nasıl bize
“Bizans İstanbul’u” diye yutturulmaya çalışılıyorsa, aynı durum burada, Osmanlı
için karşımıza çıkıyor. (Nasıl olsa “halkımız bunu yer”)
Bu tasnife göre örneğin 19. yüzyıl sonundan başlayarak inşa edilen ahşap
yapılar Osmanlı, kagir olanlar ise Bizans! Peki İstanbul gibi bir kent neden bu
tuhaf duruma düşüyor? Bir taraftan kentin Osmanlı geçmişini sahiplenmek, onunla
her fırsatta övünmek, diğer taraftan kentin Osmanlı geçmişini basmakalıp bir
projeye dönüştürmek, onu her fırsatta bayağılaştırmak... Bu çelişkiyi nasıl
yorumlamalı? Burada binlerce çocuk, genç, yetişkin totaliter rejimlerde olduğu
gibi, bir beyin yıkama makinesinden geçiriliyor. Bu düşmancı, indirgemeci
yaklaşımla kent halkı yeniden yoğrulmaya çalışılıyor. Göğüslerine saplanan
oklarla, kesilmiş kol ve kafalarla, top mermilerinin yıktığı duvarlar altında
ezilen ve parçalanan insanlarla, çocuklara, İstanbullulara verilmeye çalışılan
mesaj ne olabilir?
Söylenen şu: Halk bugüne kadar hor görüldü, kendi tarihinden uzaklaştırıldı.
Buradaki müze çocuklara “kendi tarihiyle övünmeyi öğretecek, ben neymişim
dedirtecek...” Müzede satılan kitaplarda şunlar söyleniyor: “Mazlum milletimizin
kimliği sürekli içimizdeki düşmanlar tarafından bastırıldı, işte bu müzeyi biz
onu kurtarmak, kendisine güven duymasını sağlamak için yaptık...”
İnsanlara yazık değil mi?
Tanıtım metinlerinde müzede yer alan temsilin fetih anının gerçeğini
yansıttığı iddia ediliyor. Böyle bir şey mümkün mü? İcat edildiğinden beri
fotografın bile gerçeği değil, kamerayı kullanan kişinin öznelliğini yansıttığı
tartışılırken, tamamen kurmaca olan bir resim nasıl olur da gerçeğin yerine
geçebilir? Fetih olayı bu resmin bize gösterdiğinden ibaret olabilir mi? Resmin
hakikat olduğunu kim söyleyebilir? Örneğin sanatçılar (Londra’da Napoleon’a
karşı kazanılan zaferin, Trafalgar Savaşı’nın tanıtıldığı müzede olduğu gibi) bu
olayı savaş karşıtı bir açıdan yorumlayamaz mı?
Bu projenin arkasında sinsi bir şiddet var. Amacı, nedeni ne olursa olsun,
savaşların insanlar için nasıl bir yıkım yarattığını göstermeye, yorumlamaya
çalışın, cesaretiniz varsa! Savaşın iyi bir şey olduğunu düşünmemiz gerektiğini
söyleyenler bunu yalnızca söylemekle kalmaz. Otoriter rejimlerde yöneticiler,
kışkırtılan kitleler sanatçılara karşı saldırganlaşırlar ve onları “düşman”
kategorisinde görmek isterler. Baskıcı yönetimlerin temel özelliği sanatsal
üretimin görünmeyen mekanizmalarla kontrol altına alınmasıdır. Bir duvar gibi
sanatçıların karşısına çıkan bu sınırlar onları karşı tarafa yerleştirir,
üstelik taviz verilmezse, en müzmin muhalif tarafına. Şiddeti savunan güç
odakları kamusal alanın öznelliklere açılmasından korkarlar. Farklı siyasal
düşüncelerin olmasından değil, bağımsız düşünce üretilmesinden ödleri kopar.
Sanatçılar savaşta “Bizans tarafını tuttukları” ya da “Osmanlı karşıtı
oldukları” için değil, kurmacalığın şiddet aracılığıyla tek bir gerçeğe
indirgenmesini sorguladıkları için, kamusal bir hakikatin olamayacağını
gösterdikleri için düşman gibi görülürler. Oysa anlaşmazlık tercihlerde
değildir, ısrarla gösterilmeye çalışıldığı gibi.
Bu kentin Osmanlı dönemindeki sanatta, mimaride, edebiyattaki evrensel
boyutu, hiç şüphesiz tek boyutlu düşünce dünyası içine hapsedilmemesi sayesinde
oldu. Bu projedeki sanatın, mimarlığın bir entelektüel arka planı, evrensel bir
mesajı var mı? Bu çocuklara, İstanbullulara, insanlara yazık değil mi? Fatih
Sultan Mehmet döneminde İstanbul’un dünyanın en önemli entelektüel
merkezlerinden biri olduğunu da hatırlatmaya bilmiyorum gerek var mı? Bugün de
farklı bir Cumhuriyet projesi mümkün değil mi? Şiddet içermeyen, dışlayıcı
olmayan bir Cumhuriyet olamaz mı?
|