İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” projesi
çerçevesindeki etkinlikler, yarın başlıyor. Mevcut koşullar ve yetersiz
hazırlıklar açısından İstanbul’un ne ölçüde “Avrupa Kültür Başkenti”
sayılabileceği konusunda bugüne kadar epey yazılıp çizildi. Bu arada, örneğin
opera ve konser salonları kapalı, tiyatro mekânları yetersiz, yüzyıllardır
içinde barındırdığı kültürün ve ‘kültürlerin’ gerçek anlamda çözümlemeleri
yeterince yapılmamış, aslında başlı başına bir kültürel zenginlik
oluşturabilecek ‘kozmopolit’, yani çok-kültürlü doğal yapısı, bu niteliği
neredeyse yadsıyan tutumların baskısıyla gölgelenmiş bir kentin ‘kültür
başkenti’ diye adlandırılmasının ne büyük bir çelişkiyi sergilediği de
vurgulandı.
Ama şimdi projelendirme noktalandığına ve sıra uygulamaya
geldiğine göre, bu süreçte eksikleri olabildiğince giderebilecek ve gelecekte
İstanbul’un bir ‘kültür kenti’ kimliğini yeterince somutlaştırıp bilinçlere
yerleştirebilecek ne gibi adımlar atılabileceğini düşünmek, en akılcı tutum
olacaktır. Bunun için böyle girişimlere mutlaka mevcut programlar içerisinde yer
aranması gerekli değildir. Başta İstanbul’daki üniversiteler olmak üzere,
çeşitli kurum ve kuruluşlar, bu arada da özellikle artık çok elverişli mekân
koşullarına kavuşan İKSV (İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı), anlatmaya çalışacağım
türden etkinlikleri planlayıp destekleyebilirler. Böylece “İstanbul 2010”, kendi
programının dışında kalan kapsamlı etkinlikler için de bir ‘düşünsel çıkış
noktası’ niteliğiyle değerlendirilebilir.
Ülkemiz genelinde ve İstanbul
özelinde ‘kültür’ kavramını bir bütün olarak tartışmaya açmak, bu yöndeki en
önemli adımlardan biri olabilir. Çünkü düşünsel planda Türkiye’de bugüne kadarki
uygulamaya bakıldığında, bu toprakların kültürel geçmişine ‘sentezci’ değil,
fakat daha çok ‘dışlayıcı’ bir çözümleme(!) ile yaklaşıldığı çok net
görülmektedir. Bir zamanların başını Halikarnas Balıkçısı’nın, Sabahattin
Eyuboğlu’nun ve Azra Erhat’ın çektikleri, “bugünden geriye bu toprakların bütün
tarihi bizim tarihimizdir” şeklindeki tarih anlayışı, Bizans öncesini de,
Bizans’ı da, hatta Osmanlı’yı da bizden saymayan, kısır bir yaklaşım karşısında
adeta yenik düşmüştür. Bu kısırlık, kendi kültürünün temellerinin Mezopotamya’da
olduğunu söylemekte hiçbir sakınca görmeyen, çünkü bu temellerin çözümlemesini
sonuçta kendisinin yaptığının bilincinde olan bir Avrupa’nın tarihe yaklaşımı
karşısında kültür tarihimizi kendi elimizle güdük bir tarih anlayışının
sınırları içersine hapsetmemiz sonucunu doğurmuştur. Böylesine dar sınırlar
içersinde devinen bir tarih anlayışıyla, bir ‘Anadolu kültürü’ kavramını tüm
zenginliğiyle çözümleyebilmek olanaksızdır.
Aynı anlayışın, günümüzde
doğal olarak ‘İstanbul kültürü’ne de yansıdığını çok açık biçimde görmekteyiz.
Bir “kültür başkenti olarak İstanbul” olgusunu doğru çözümleyebilmek, ancak
İstanbul’a ait doğru soruları sormakla olabilecek bir iştir. Örneğin bu türden
doğru ve temel nitelikte bir soruya, Prof. Doğan Kuban’ın dev
eseri “İstanbul, Bir Kent Tarihi - Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul’da
rastlıyoruz (Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Yayınları, Üçüncü Basım,
İstanbul 2004): “İstanbul’un tarihsel yoğunluğu ... araştırmacıya olduğu kadar
bir öykücüye de onu anlatacak geniş bir seçenek yelpazesi sunar. Ancak insan
Pagan Roma, Hıristiyan Bizans ve Müslüman Osmanlı başkentinin tarihini
anlatabilmek için ne düzeyde bir anlama yetisine, hangi kültürel seçeneklere ve
ne tür duyarlıklara seslenmelidir?”
Evet, sonuç olarak felsefeyi
‘boşlama’ yolundaki bir iklimde, doğru bir kültür kavramı için bir kültür
felsefesi üretmek - çok güç, ama olanaksız da değil!
|