Heyamola Yayınları’nın
“Türkiye’nin Kentleri” adlı ilginç bir dizisi var. Bu dizide
yazarlarımız doğdukları, büyüdükleri ya da gönül bağlarının olduğu kentleri,
kişisel tarihleriyle birleştirerek anlatıyorlar. Bugüne dek on yedi kentimize
ilişkin kitaplar yayımlandı. Geçen hafta Kiraz Şenliği kapsamındaki şiir
etkinliği için Tekirdağ’a gitmeden, bu kent üstüne yeni
yayımlanan Öksel Demir’in Tekirdağ Mavi Gözlü
Kent adlı çalışmasını okudum.
Tekirdağ’a çok gitmişimdir; müzelerini gezmiş, iskelesinde oturmuş,
kıyılarında yüzmüş, meyvelerini yemişimdir ama bilgilerimin ne kadar yüzeysel
olduğunu, bu kitabı okumadan önce bilmezdim.
***
Bana bu duyguyu veren, her şeyden önce yazarın yetmiş yıllık yaşamının bütün
şiirini kitabına dökebilmiş olması. Önemli bir şeydir bu. İçinizdeki coşkuyu
okura sunacağım diye, kolay ve yapay duygusallıklara kayabilir kaleminiz. Şiir
yazacağım diye, hiçbir özgünlüğü olmayan sıradan duyarlıklara, manzume
ilkelliğine kapılabilirsiniz.
Sonra yazar, yaşam zenginliğini yansıtmak isterken kendini, anlatmak istediği
şeylerin önüne geçiriverir, boş böbürlenmelerle baş başa bırakıverir
okurunu.
Öksel Demir, Tekirdağ’ı yazarken bu tuzaklara hiç düşmemiş. Kendi yaşam
zenginliğini, kentin tarihiyle, doğasıyla, insanıyla öyle ustaca harmanlamış ki,
okuyanın tadına doyamayacağı bir kitap çıkmış ortaya.
Bu tadına doyulmazlık, yazarın şiirli anlatımının yanı sıra, anlattığı
olayların ilginçliğiyle de ilgili. Söz- gelimi, Marmara dünyanın en zengin balık
yatağıyken balığın ekmekten ucuz olduğu günleri anlattığı satırları, kırk yılda
bir ülkenin nereden nereye geldiğini düşünmeden okumak olanaksız.
Kılıçbalığının avlandığında gösterdiği davranışlar, ünlü balıkçıların
serüvenleri, akasya kokan sokaklar, okullar, en güzel ramazan pidesini yapan
Kirkor Usta, 101 yaşındaki Selanik göçmeni Faruk Özvardar, öğretmenler,
muhtarlar... İnsanları ve doğasıyla şiirsel bir destan Mavi Gözlü Kent.
Öksel Demir, kitabını okuyan herkesi mutlu edecek yaşam deneyimleriyle örmeyi
başarmış.
***
1931’de kurulan Tekirdağ Şarap Fabrikası’nın yöreye ve ülkeye katkıları da
renkli anılar eşliğinde kitapta uzun uzun anlatılıyor. Yıllar boyu içkilerinin
kalitesi yanında yöre insanının ürünlerini değerlendirmesiyle de önemli bir
ekonomik merkez olan fabrikayı 2006’da alan Amerikalı yeni sahipleri, yerli üzüm
almayıp, dışardan ithal ediyorlarmış. Böylece Trakya köylerinde bağlar sökülmüş,
yoksulluk büyümüş.
Tekirdağ Un Fabrikası’nı gezerken sık sık yaptığım gibi, safça bir soru
sordum, üç un fabrikası bir kent için fazla değil mi diye. “Fabrika yalnızca
bize un üretmiyor, Afrika’ya gönderiyoruz, Gana’yı bizim fabrika besliyor,”
dediklerinde dünyanın hepimiz için ne kadar küçük bir eve dönüştüğünü bir kez
daha anladım. Düşünsenize, Trakya’nın buğdayı un olup, gidip Afrikalı insanları
doyuruyor.
Güzel şey elbette, başka ülkeleri, halkları doyurmak. Bunu yaparken hakça
üretmek, hakça paylaşmak. Başkalarını doyururken kendi halkını da mutlu kılmayı
unutmadan.
Bugünün dünyasında iletişim olanakları, ulaşım, alım-satım olanakları, bütün
insanlık için yeni bir çağın başladığını gösteriyor. Ama bütün bunlar, ancak
daha adaletli, barışçı, insanca bir dünya için kullanılabildiğinde anlam
kazanacak.
|