1970’lerde modern mimarlığın bittiğini ilan edip
‘postmodernizm’ kavramını mimarlık ortamı için yeniden
tanımlayarak gündeme oturtan Charles Jencks,
Yapı-Endüstri Merkezi’nin (YEM) konuğu
olarak geçen hafta İstanbul’da bir konferans verdi. Siemens Ev
Aletleri’nin ana sponsorluğunda gerçekleştirilen ‘Kritik Modernizm’ başlıklı
konuşmasında Jencks, bugün yaşadığımız kentsel, ekonomik, politik
gelişimin mimarlığa yansımasını, küresel ısınma da dahil olmak üzere tüm
boyutlarıyla ele aldı. Jencks’le postmodernizm, kapitalizm, modernizm ve
modernizasyon bağlamında Türkiye, İstanbul ve dünyada mimarlığı ve kentleri
konuştuk.
İstanbul’daki konuşmanızda, gelmeden önce Orhan Pamuk’un ‘İstanbul: Hatıralar
ve Şehir’ kitabını okuyarak bu seyahate hazırlandığınıza değindiniz.
Beklentileriniz ve İstanbul’da karşılaştıklarınızdan bahseder misiniz?
İstanbul’a ilk defa 1970’lerde eşim vefat ettikten sonra gelmiştim. O zaman
hissettiğim hüznü kendi ruh halime yormuştum. Ancak Orhan Pamuk’u okurken bu
melankolinin benden değil, kentinizin ruhuna sinen hüzünden kaynaklandığını fark
ettim. Binlerce yıldır imar edilen İstanbul, kendisini yaratan halkların artık
yaşamadığı ancak yapılarının var olduğu hüzünlü, hüzünlü olduğu kadar büyüleyici
bir kent. Tabii siz İstanbulluların kenti ne kadar deneyimleme şansınız oluyor
bilemiyorum. Ben otelimden buraya, kısa olduğunu tahmin ettiğim yol saatler
sürdü.
İstanbul’u hüzünlü bir kent olarak tanımlıyor; Roma, Bizans, Osmanlı
gibi geçmiş uygarlıkların ‘hayaletlerinin’ kenti hüzünlü hale getirdiğini
söylüyorsunuz. Türkiye, 87 yıllık genç bir ülke. Tarihin yıkılan son
imparatorluğunun çocukları olarak dilimizle, kültürümüzle, tarihimizle
ilişkimizi yeniden tanımlayarak cumhuriyeti ve doğal olarak da kentleri var
ettik. İstanbul özelinde, tarihin kesintisiz çizgisi bizler için kırıldı.
Geçmişimizle ilişkimiz bu açıdan biraz daha farklı, ne dersiniz?
Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Ancak farklı olduğunuza
katılmıyorum. Dünyanın her yerinde daha hızlı veya daha yavaş aynı kırılma
yaşanıyor; Batıda yüzyıllar, Çin’de 30 yıl içinde... Ama bence tüm dünya
birbirine benziyor. Orhan Pamuk’tan alıntı yaparsam; “Hepimiz seviyoruz ve
dışlanıyoruz. Herkes İstanbullu ve İstanbul her yerde.”
Dünyanın geneline hâkim düzen olarak kapitalizm, zarar verici olduğu kadar da
yaratıcı bir düzen. Değişimi Stalin, Mao gibi tahakküm ederek kurgulayabilirsin
veya batılı toplumların yaşadığı gibi ‘kentleşme’ adı altında yaşayabilirsin. Bu
seçimleri her ikisi de parçalayarak değiştirme ve yeniden üretme anlamına
geliyor.
Bu kapsamda kentleşmeyi de vahşi olarak mı tanımlamak
gerekir?
Vahşice seçimler yapmak zorunda kaldığınız bir düzen demek daha doğru geliyor
bana. Kentlerimizde güzel mahalleler istediğimiz kadar, iyi çalışan bir ulaşım
ağı da isteriz. Ancak birisini kurarken diğeri zarar görür. Seçim bu kadar net
ve vahşice. Aslında ekonominin güçlerine de burada değinmeden geçemeyeceğim.
Ekonominin güçleri mimarlardan, planlamacılardan, politikacılardan ve hatta
bankaların kendisinden de daha güçlü. Kentleşmenin en önemli dinamosu da bence
ekonominin güçleridir.
Bu süreçte mimarların rolü nedir?
Sir Norman Foster “Mimarın gücü yoktur” diyor. Bunu Norman söylüyorsa,
gerçekten kulak vermek gerek. Mimarlar dünyadaki yapılaşmanın yalnızca yüzde
1’inden sorumlu, yüzde 40’ını etkiliyor, ancak yüzde 100’ü hakkında
konuşuyorlar. Örneğin küresel ısınmanın yüzde 40’ı binalardan kaynaklanıyor,
bunun içinde mimarın rolü de aslında çok sınırlı. Ancak batıda süren
tartışmalara baktığınızda sanki mimarın tutumu tüm sürecin gidişatını
değiştirecek gibi bir algı var. Bu gerçeği yansıtmıyor.
Mimarın bu rolü aslında modernizmin mirası değil mi? Le Corbusier
fikirlerinin neredeyse insanlığın sorunlarına çözüm olacağını söylemiyor muydu?
Bir tek mimarın her şeyiyle koca bir kentin sıfırdan tasarlanabileceği algısı o
günlerde oluşmadı mı?
Büyük ölçüde haklısın ancak bence aslında toplum mimardan bunu bekliyor.
Toplum, işveren ve basın mimara ütopist, öncü ve sosyal bir rol atfediyor. Mimar
da buna uygun hareket etmek zorunda.
Son olarak İstanbul konuşmanızın başlığı olan ‘Kritik Modernizm’
(eleştirel modernizm) kavramını biraz açmak istiyorum. Bugünü bu kavramla
tanımlıyorsunuz.
Basitçe bunu eleştirel olmanıza izin veren, modernizmle de, postmodernizmle
de diyalog halinde bir stil olarak tanımlayabilirim. Beynimizin sol tarafı
eleştirel, sağ tarafı ise romantik. Bugün bu iki tarafın birbirine karıştığı,
birlikte algıladıkları dönemi yaşadığımızı düşünüyorum. 1930’lara dek
modernizm hüküm sürüyordu, 1930- 50 aralığında tepkisel modernizm, 1960 sonrası
için ‘geç modernizm’, 1970 sonrası için ‘Postmodernizm’den bahsedebiliriz. 2000
yılından bu yana ise yeni stil ‘kritik modernizm”.
Çok teşekkür ederiz.
Ülkenizde, İstanbul’da bulunmak benim için büyük mutluluk. Öğrendiğime göre
İstanbul’da 800’ü aşkın izleyici karşısında konferans verdim. Dünyanın birçok
yerinde yaptığım konuşmalar içinde en keyifli olanlardan biriydi. Özellikle
konferans sonunda sorulan soruların derinliği beni etkiledi.
|