Geçen yıl İstanbul’da gerçekleştirilen Dünya Su Forumu’nun
hemen ardından, Türkiye’nin dört bir yanında su özelleştirmeleri hızlandı.
Bu süreç, ardından Madencilik Kanunu’nda
değişikliği doğurdu. Sonra Gıda Yasası,
devamında nükleer santral anlaşmaları, Biyogüvenlik Kanunu
derken devletin yeniden inşası süreci hızlandı. Bunlarla birlikte sermaye; gıda,
enerji, su alanlarına sökün etmeye başladı.
Sabancı, Sanko, Çalık, Akfen gibi şirketler hızlıca enerji ve su alanına
girecek adımlar attılar. Son bir yıl içinde binlerce maden ruhsatı alındı,
piyasada dolaşıma sokulan bu ruhsatlar Madencilik Kanunu çıkınca yeniden
değerlendi. Su devir sözleşmesi alan şirketler, yerel yönetimler
mevzuatında, Köy Kanunu’nda köklü
değişikliklerin önünü açacak lobiciliğe başladı. Bütün bu hızlanan pazarları
birbirine bağlayacak üçüncü köprü, İstanbul’da yeniden üretim süreçlerini
hızlandırdı. Çimento, petrol sektöründe finansal değerlenme biçimlerinin
olanakları doğmaya başladı.
Sömürünün bu yeni evrensel karakteri aynı zamanda kırın ve kentin
yoksullarının kaderini daha fazla birbirine bağladı. Toplumsal çözülme ise,
yaşanan dönüşümün niteliğine dair ilk ipuçlarını veriyor. Ekolojik kriz
üzerinden büyüyen sermaye, bölgesel bir savaşa adım adım hazırlanıyor. Yeni
pazarlar ancak bu şekilde yaratılabilir durumda. Kırı ve kenti kuşatan ekolojik
kriz karşısında, emeğin yeniden dizildiğinin farkına varmak zorundayız. Kırsalda
ve kentte yaşanan yeni proleterleştirme ve yeni direniş biçimleri 21. yüzyılda
nasıl bir yaşam inşa edileceğinin praksisini yaratacak.
KIRSAL DÖNÜŞÜM PROJELERİ
Sermaye birikiminin zorunlu uğrağı olan kentlerde, emeğin ve doğanın yeniden
değersizleştirilme biçimini örgütleyen devlet ve sermaye, “kentsel
dönüşüm” uygulamalarına paralel “kırsal dönüşüm”
rejimini de bir süredir hayata geçirmiş durumda. Kırsal dönüşüm uygulamaları,
suyun, gıdanın, tohumun, toprağın ve enerjinin yeniden sermaye elinde
temellüküne olanak tanıyacak hukuki, iktisadi ve sosyal bir toplumsal proje
olarak işliyor.
Kırsal dönüşüm süreci ile birlikte, bugüne kadar kapitalizmin kapısını
çalmadığı köy kalmıyor. Sermayenin insan yaşamını ve doğayı hiçe sayan yağmacı
politikaları bir yandan tüm kültürlerin, dillerin, yaşam biçimlerinin,
inançların tek tipleşmesine yol açarken; diğer yandan da yaşam alanlarının yok
olmasına, suyun, havanın, toprağın finansal bir değere dönüştürülmesine neden
oluyor. Türkiye kırsalında yürütülen madencilik, su devir sözleşmelerine dayalı
özelleştirmeler, enerji projeleri en temelde, şirketlerin finansal olarak
kendilerini yeniden değerlendirmesine yönelik bir amaçla gelişiyor. Bu süreç,
topyekun emeğin ve doğanın değersizleşmesi sürecini örgütlüyor.
Kesilen her ağaç, yapılan her baraj, yaşanan her göç, ele geçirilen her tohum
doğaya yıkım olarak dönerken; diğer yandan da kırsal nüfusun giderek proleter
bir karakter kazanmasına yol açıyor. Kırsalın proleterleşmesi, kentlerde de daha
niteliksiz gıda, su, hava anlamına geliyor. Bu da kentlerdeki emekçi sınıfların
yaşam tarzını sarsacak düzeyde. Tarımın çökmesi, yaşanan iç göç ve savaş
konjonktürü kırın ve kentin kaderini ayrılmaz biçimde birbirine bağlıyor.
Kırsaldaki her çimento fabrikası, her termik santral, hes, taşocağı… daha
niteliksiz konut, daha fazla kara taşımacılığı, daha kirli hava, daha fazla
niteliksiz gıda ve su, daha fazla iklim değişikliği, daha fazla göç, daha
fazla kapitalizm ve daha az demokrasi olarak kente geri dönüyor.
Üretim dışına itilen, kendi ürettikleri ile geçinemez hale gelen, giderek
pazarla dolayımlanarak yaşamak zorunda kalan geniş kırsal kitle, yeni bir emekçi
sınıf olarak açığa çıkıyor. Bu sınıfın ortaya çıkarmaya başladığı hareketlenme
ise söylem düzeyinde farklı referanslarla toplumsal alana girmeye çalışsa da en
temelde kendilerini ve doğayı özgürleştirerek bu sürecin içinden çıkabilecek.
Bunun yolu ise, kır emekçilerinin sınıfsal konumlarının farkına varmaları, bu
konuma dayatılan iktidar anlayışının çözülüşüne yönelik örgütsel tarzların
inşası ve kendilerini proleterleştiren sermaye ve devlet yapılanması ile
mücadele biçimlerinin geliştirilmesinden geçiyor. BOLİVYA’DAN ULUKIŞLA’YA... Bu
bağlamda iki hareket üzerinde öncelikli olarak durmak gerekiyor.
Bunlardan birincisi Bolivya’da madencilik, su, enerjinin şirketlerin tam
kontrolü altına geçmesinden sonra, Bolivya Cochabamba’da şirketlerin tarımsal
sulamadan, kentsel su hizmetlerine kadar yaptığı fahiş fiyat artışları ile
başlayan “su savaşlarının” izleğinin nasıl olup da yerli halkların kendi
iktidarlarını inşa sürecine yönelmek zorunda kaldıklarını ortaya koyan
deneyimdir. Cochabamba’da 2000’li yıllarda suların özelleştirilmesi, nehirlerin
şirketlerin kontrolü altına geçmesi, tüm madencilik sektörünün halka yoksulluk
ve doğanın yıkımını bırakması karşısında yükselen direnişin, siyasal iktidarı
ele alarak bu zulümden kurtulmaya başlamasını iyi değerlendirmek zorundayız.
Yüzyıllarca kölelik toplumuna razı edilmiş bir halkın, iktidarı alarak kendi
kendilerini yönetmeye başlaması,
Türkiye’deki kır ve kent mücadeleleri için de biricik sıçrama eşiklerinden
birisi olarak görülmelidir. Bir toplum geçim araçlarını yitirmişse, bu geçim
araçlarına zorla el konulmuşsa, o ülkede yargı kararları uygulanmaz hale
gelmişse, sermaye tam bir dikta rejimi kurmuşsa toplum için tek bir seçenek
kalmaktadır: Kendi kendini yönetebilir kılmak. Bolivya bu yolda ilk adımlarını
atıyor.
Şimdi de 22 Nisan tarihinde Bolivya Cochabamba’da gerçekleşen Halkların İklim
Değişikliği Konferansı ile kapitalizme karşı doğanın haklarını savunacak bir
mücadele için tüm dünya halklarını birlikte mücadeleye çağırıyorlar. Bu sürecin
başarısı ancak antikapitalist deneyimlerin çoğalması ile zenginleşecek. Aynı
zamanda, kır ve kent proletaryasının farklılaşan birliğini temsil açısından da
zengin bir örnek sunuyor bu süreç. Bolivya’da Anayasa ile garanti altına alınan
kültürel, etnik, sosyal eşitlik; emek mücadelesinin gelişmesi ile karşılığını
bulacak ve iklim değişikliği konusunda yerlilerin umudunu diri tutacak. Bu
bağlamda da su, madencilik, enerji konusunda savaşa dayalı sermaye siyaseti
Türkiye’de de emekçilerin kendi iktidarlarını örgütlemeleri gerektiğini işaret
ediyor. İlgilenenler, Cochabamba zirvesi ile ilgili özel sayı niteliğindeki,
Kolektif ekososyalist derginin beşinci sayısına bu bağlamda bakabilirler.
Niğde Ulukışla’daki altın madeni karşıtı hareketi ise bir başka örnek olarak
vermek mümkündür. Bu bölgede altın madeni şirketinin yaklaşık üç yıldır
yürüttüğü madencilik faaliyeti karşında geleneksel çevreci örgütlenme anlayışı
dışında, platform tarzı birliktelikler yerine ikili iktidar ufkuyla geliştirilen
“köy meclisleri” deneyimi de mücadelenin nasıl örgütlenmesi gerektiğine ışık
tutabilir. Bölgede maden şirketinin yürütmek istediği faaliyetler karşısında,
sorunu “siyanürlü altın madeninin riskleri” düzeyine indirgemeden madencilik
faaliyetinin bugünkü endüstriyel ve kapitalist tarzının kendilerini
sömürgeleştirdiği tezi üzerinden hareket ederek, doğayı ve emeklerini
özgürleştirecek bir öz örgüt arayışının adı olarak köy meclisleri üzerinde
durmak gerekir.
Altın madeni kurulması düşünülen köylerde kurulan dört adet köy meclisi,
yerel iktidar odakları karşısında kendi kararlarını alan, kendi yöneticilerini
gerektiği zaman geri çekebilen bir demokrasi beşiği olarak, altın madenciliğine
karşı bir yılı aşkın süredir direniyor. Bu süreçte bir dolu dava, gözaltı,
tehdit ve baskı ile karşı karşıya kalınmış olsa da yapılmaya çalışılan şey en
temelde kendi kendini yönetecek bir mekanizmanın nasıl inşa edileceği üzerine
odaklanmakta. Madencilik sektörünü elinde bulunduran uluslararası şirketlerin,
gerektiği zaman ülkelerde iç kargaşalara neden olabilecek, ülke ekonomilerini
ters yüz edebilecek, toplumsal zenginliğin parasal olarak değersizleşmesine yol
açabilecek finansal operasyonlarının yaratacağı yıkıma karşı halkı
bilinçlendiriyorlar.
Altın madenciliğini elinde bulunduran şirketlerin, kapitalist devlete bile
cimri davranarak çıkardıkları madenden, beyana dayalı olarak bir vergi
ödediklerini bunun da yoksullaşmanın kendisi olduğunu vurguluyorlar. Doğayı ve
yaşamı hiçe sayarak tek amaçları yerin altındaki altınları kasalarında depolamak
olan bu şirketlerin, neden mesela bu gelirlerinin yarısını olsun, topluma
vermedikleri üzerinde duruyorlar. Tabii bu soruların yanıtlarını bilmedikleri
için değil bu sorular, ya da altın madenlerinin yarısını istiyor olduklarından
da değil.
Sadece şirketlerin asıl amaçlarını açığa çıkartmak için yapıyorlar bunu. Ama
onların fazla bir şey yapmasına gerek kalmadan, parlamento her şeyi zaten açık
etti ve birkaç gün önce meclis tarafından kabul edilen Madencilik Kanunu ile
şirketlerin mülkiyet hakkını her şeyin üstünde görüverdi. Ama bu kadar yoğun bir
yeniden yıkım süreci karşısında toplumun örgütlü gücünü oluşturmak nasıl mümkün
olacak? Köy meclislerinin mücadelesi sonucunda şirket bugüne kadar, bir yıl
içinde iki kez maden işletmesinin yerini değiştirmek zorunda kaldı. Bugüne kadar
yaşanan sürece baktığımızda, Türkiye’de bir maden şirketini iki kez yerinden
etmenin kolay bir iş olmadığını görüyoruz. Köy meclisleri kadın-erkek eşitliği
yolunda ciddi adımlar atmışken, kadın meclisleri oluşturmuşken, muhtarlıkları
karşısında köyün temsil organı haline gelmişken, bir statü örgütü olmaktan
sıyrılacak bakış açısını kazanmışken yine de örgütsel model olma iddiası
etrafında daha yoğun düşünmek gerekiyor.
Köy meclisleri, altın madenciliği sorununu uluslararası sömürü sistemi ile
ilişkilendirmişken, Avrupa Sosyal Forumu’nda hem yerel hem de küresel
muadilleriyle ortak bir süreç tarif etmeye hazırlanırken, yerel bir
örgütlenmenin deneyimlerini nasıl değerlendirmek gerekir? Köy meclisleri,
işsizlik karşısında gençlere yönelik tarımsal iş olanakları örgütlemişken,
yoksul çocukların okuması için burs olanakları yaratmışken, kendi tarım ve
ormancılıklarını geliştirecek politikalara meyletmişken, imeceyi kolektif bir
sürece bükmüşken, bir yereli fetişleştirmeden nesnelliği içinde nasıl
algılamalıyız?
ORTAK MÜCADELE FORMLARI
Belki bu noktada deneyimleri çoğaltmanın önemi üzerinde durmak gerekir. Belki
de direnerek kazanmanın, gerçek bir kazanım olduğunu bir kez daha
vurgulamak. Ama belki de en temelde şunu belirtmek gerekiyor, bir kırsal
mücadele kent emekçileriyle ve diğer emek mücadele formlarıyla ortaklaşa
yürütülürse başarı şansı bulabilir. Bir mücadele, sermaye yağmasına karşı
verilirse kendi öz gücünü açığa çıkartabilir. Bir mücadele, toplumun kendi
kendini yönetebilir olmasına yönelik bir deneyim olarak ilerlerse kendini
geliştirebilir.
Bir mücadele, Bolivya’dan ders çıkartabilirse özgürleştirebilir. Bugün kırsal
emekçilerinin yarattığı bu özgün deneyim, Türkiye’de meşru, militan, demokratik,
özyönetime dayalı ve kolektivist bir siyasete de göz kırpan deneyimlerle
doludur. Bu deneyimleri çoğaltmak ise ekososyalistlerin bugün güncel bir
sorumluluk alanıdır. Kır ve kent diye ayırmadan, bu hareketlerin
ortaklaştırılmasını esas alarak. Belki de köy meclislerinin aşağıda
alıntıladığımız programına atıfla mücadelenin geliştirilmesi için Avrupa Sosyal
Forumu’nda bir kez daha emeğin ekoloji mücadelesi için şu başlıkların nasıl
geliştirilebileceğini konuşabiliriz: “Yıkım politikasının karşısında emeğin ve
doğanın sömürüsüne karşı her türlü direniş politikasının geliştirilmesi ve
toplumun kendi kendini yönetebilir ve üretebilir kılınması için birlikte
mücadele zeminlerimizi geliştirmemiz gerekiyor.
Kriz karşısında işten çıkartmaların yasaklanması, işyerlerinin
toplumsallaştırılması, doğanın ve emeğin haklarının tanınması temel bir eksen
olarak kabul edilmelidir. Su, enerji ve gıdayı ücretsiz olarak işsiz ve
yoksullara temin edecek mekanizmaları geliştirmek zorundayız.
Tüketici kredilerinin ve çiftçi borçlarının silinerek, tarımsal üretimin
ekolojik tarzlarda geliştirecek şekilde desteklenmesi sağlanmalıdır. Türkiye’de
devletin ve özel kişilerin elindeki konut stoğu evsizlerin ve kiracıların
hizmetine sunulmalıdır. Sermaye vergilendirilerek, gıda, su ve enerji açığı
yaşayan kişiler desteklenmelidir. Savaş ve silah alımları için ayrılan bütçe,
sağlık, eğitim fonlarına aktarılmalıdır.
Ulaşımda karayolu ve hava taşımacılığına ayrılan bütçe derhal doğa
varlıklarımızın geliştirilmesine aktarılmalıdır. Sulak alanlarda, Orman
ekosistemlerinde, tarımsal bölgelerde ve savaş coğrafyasında yeni bir göç
dalgası yaşanmaması, ekolojik krizin sonuçlarının derinleşmemesi için, su, orman
ve kıyı ekosistemlerine şirketlerin müdahalesi engellenmelidir.” Bu bağlamda 1-4
Temmuz 2010’da İstanbul’da gerçekleşecek Avrupa Ekososyalist Forumu da kır ve
kent emekçilerinin nisyandan isyana bir çağrısıdır.
FEVZİ ÖZLÜER, Ekoloji Kolektifi
|