Foto: Trieste, İzmir’de büyük ölçüde tahrip olan Akdeniz mimarisi
özelliklerini çok iyi korumuş bir kent.
Ekim ayının ilk iki haftasında Trieste ve Guimares’de (Portekiz) Avrupa
kültür başkenti olma toplantılarına katıldım. Birbirine oldukça uzak bu iki kent
Akdeniz kültürü özellikleri taşıyor; küresel ekonomi koşullarında sanayi
açısından önemlerini yitirmişler; yeniden kalkınmak için kültür sanayinden medet
umuyorlar. AB’nin 1985’den günümüze sürdürdüğü Avrupa kültür başkenti olma
ülküsü bu iki kent için bir kurtuluş ve açılım olarak değerlendiriliyor.
Trieste, bizim İzmir’de sorumsuzca tahrip ettiğimiz Akdeniz mimarisi
özelliklerini ve şehircilik altyapısını çok iyi korumuş. Guimares ise ortaçağdan
bu yana olduğu gibi korunmuş; titiz onarımlarla da şıklaştırılmış küçük bir
kent. Açık oturumlarda kültür başkenti olmak bir kent için ne ifade ediyor
sorusuna gelen yanıtlar kanıksanmış olabilir, ama yinelemekte yarar var: Kültür
sanayinin alt birimlerinin gelişmesi için bir ivme, kentsel yaşamın niteliğinin
yükseltilmesine kültürel yapılarla destek sağlama, yerel ve bölgesel kültürlerin
canlandırılması ve desteklenmesi, kültür turizmi kapasitenin büyütülmesi ve
çeşitlendirilmesi, küresel rekabette yaratıcı bireylerin yeni projeler
üretmelerinin sağlanması, AB’nin kültür politikasının birliğe yeni giren
(girecek olan) ülkelere aktarılması, özellikle bu ülkelerde siyasal ve ekonomik
erk ile kültür erki arasında dengeli ve verimli bir ilişkinin kurulması.
Bu yanıtların hiç birisi AKB’nin parasal kaynaklarını ‘yeni iş alanları
açmak, ticari prodüksiyon şirketlerinin kamu parasından pay almasını sağlamak,
siyasal yatırım için zemin yaratmak, parasal kaynakları zaten kullanabilenlerin
biraz daha fazla kullanmalarına olanak vermek’ olduğunu işaret
etmiyor.
Ne ki, kültür başkenti olma bir proje olduğu için ve bu projeyi
gerçekleştirecek bir parasal kaynak yaratıldığı için, bu güzel ve ulvi yanıtlar
birdenbire ‘çıkar, rekabet, kazanç üçgeni’ içinde anlam ve değerlerini
yitiriyor. Projenin toplumsal kalkınma yönüyle neo-liberal ekonomi koşulları
arasındaki bu çatışkı nasıl giderilir? Rekabetin, para kaynağına sahip olan
özellikle iş dünyası, yerel yönetimler ve devlet arasında sürmesi, AB kültür
başkenti olma durumunun asal öznesi olan sivil toplumun bu rekabete seyirci
kalması, bu projeyi geri dönüşü olmayan bir biçimde amacından saptırıyor.
Guimares ve Trieste’deki açık oturumlarda konuşulanların özeti böyleydi... Bu
tür açık oturumlar 2005’den bu yana İstanbul’da üyesi olduğum Avrupa
Kültür Derneği tarafından düzenlendi (Türkiye Avrupa Kültürel İlişkileri
Uluslararası Forumu, Geçmişten Geleceğe Avrupa Kültür Başkentleri, Avrupanın
Sınırları) ve forum sonuçları kitaplaştırıldı.
Bugün İstanbul 2010 ile
ilgili eleştirilere girişenlerin, söz sahibi olmak için bu çalışmaları gözden
geçirmeleri gerekiyor. Paraların nasıl dağıtıldığı sorgulanmalı, ama bunun
yanında İstanbul 2010’un ana amaçları, söylemi, içeriği ve hangi yanıtların
İstanbul 2010 için geçerli olduğu da özellikle sivil toplum tarafından
sorgulanmalı. Bu iş bu konular açıldığında ya boş bakışlarla bakan, ya da
sanatın ve kültürün nasıl olması gerektiğini anlatmaya koyulanlar ya da bugüne
kadar Türkiye kültür sanayi durumunu incelememiş gazeteciler tarafından
yapılırken, başka amaçlar ve çıkarlar işin içine giriyor ve resim
bulanıklaşıyor. Bu bulanıklaşma İstanbul 2010’dan gerçekten çıkar sağlayan
varsa, onların işine gelebilir...
Kültürde gücün
dağılımı
Sanat ve kültür üretimlerinin ve bu üretimlerin
dolaşımda olduğu sistemin kimler tarafından nasıl kullanıldığı ve gücün dağılımı
üstüne düşünmenin ve toplumu bu konuda bilgilenmenin yararlı olduğu
görüşündeyim. Bu yapıtların içerikleri, söylemleri, estetikleri ve piyasa
değerleri açısından, sistemin de işlerliği ve etkisi açısından simgesel ve
parasal gücü var. Bu gücün üstten alta ya da alttan üste doğru dağılımının
durumuna da bakmak gerekiyor. Türkiye’deki resmi ve özel üstyapılar kültürü
kendi çıkarlarının yol haritası içinde toplumu yönlendirmek için kullanıyor;
toplumun ve bireylerin ürettiği kültür değerlerini ve mallarını desteklemek,
beslemek ve geliştirmek için değil! Bu yönlendirme işinde kazandıkları zaferleri
de rakamlarla (parasal değer ve insan sayısı) ifade etmeyi yeterli buluyorlar.
AB’nin kültür sanayi kriterlerine uzak olan durum da budur.
AB ülkeleri
içinde, kültür sanayi açısından siyaset, neo-liberal sermaye, toplum ve birey
arasında en dengeli ilişkinin kurulduğu ülke Almanya’dır; gerçek AB kültür
başkenti de Berlin’dir. Eğer bir kent, metrekaresi milyon Avro değerindeki
arsaları ve tarihsel binaları, alış veriş merkezine değil de, hiç tereddüt
etmeden kültür ve sanat merkezine dönüştürüyor ve bunları işletiyorsa; ulusal
piyangosundan hatırı sayılır bir yüzdeyi sanat ve kültür kurumlarının ve
girişimcilerinin projelerine gözü kapalı yatırıyorsa; paralar projelere ve
kurumlara uzman kurulların verdiği kararlarla dağıtıldığında bu uzmanlara
‘yağma’cı denmiyorsa, bu sıfatı taşımaya hak kazanır.
Kasım ayında
Berlin, iki 20. Yıl kutlaması yapıyor: ‘Berlin-İstanbul Kardeş Şehir’ ve
‘Duvarın Yıkılması’. Duvarın Yıkılması 9 Kasım’da Nobel Barış ödüllü kişilerin,
ünlü siyasetçi ve kültür insanlarının, on binlerin katılımıyla gerçekleşti, MTV
ödülleri için Berlin’e gelmiş olan U2’nun yarım saatlik konseri de Berlin’e
armağan olarak ücretsizdi!
Türkiye çağdaş sanat ortamı, İstanbul 2010
kutlamaları öncesinde üç büyük sergiyle bu kültür başkentinde potansiyelini ve
duruşunu gösteriyor: ‘İstanbul Next Wave - Eşzamanlılık-Koşutluk-Karşıtlık’,
‘Ayağımın Altında Dünya, Cennet Değil’ ve ‘Siyasal Duruşlar.
|