Kent mekânının üretimi, yeniden üretimi ve dönüşümü sermaye birikiminde
önemli rol oynamaktadır. Kapitalist üretim tarzının sürdürülebilirliği için
kentsel gelişme bir zorunluluktur. Lefebvre’ye göre, eğer kapitalizm 20. yüzyılı
görebilmişse bunu büyük ölçüde kent mekânını keşfetmesine borçludur. Kapitalist
kent mekânının oluşumunu anlamak için kent ve kent-üstü dönüşümlere bakmak
gerekir. Toprak rantı, kapitalist üretim sisteminde kentsel gelişmenin önemli
bir parçası olup bu süreçteki çatışmaların da temellerinden biri olmaktadır.
Toprak, hem konumu hem de arzı açısından sabit olup, yaratılacak rantın mekânsal
yapının şekillenmesinde ve birikim sürecinde önemli etkileri vardır. Kentleşme
gibi toprak rantı da sadece ekonomik anlamda değil toplumsal ilişkiler
bağlamında değerlendirilmelidir. Tarımsal toprakların kentsel toprağa dönüşmesi
sürecinde topraktaki iyileştirmeler toprağın değerini artırmaktadır.
Kentsel büyüme aracılığıyla da rant yaratılmaktadır. Kent toprağı üzerinde
kullanım biçimini değiştirmeye dönük kararlar alınması ve ek sermaye yatırımları
yapılması toprağın rantının artırılmasına neden olmaktadır. Kent topraklarının
en verimsiz olanları da piyasa açısından özellikle daha karlıdır. Çünkü verimsiz
ve değersiz gözüken toprakların çeşitli altyapı yatırımları ile değerli hale
getirilmesi halihazırda değerli alanlardan daha fazla rant yaratmaktadır.
1960-1980 ARASI: ‘KÖYLÜ’DEN ‘VAROŞ’A, ‘ÖTEKİ’YE KENT
YOKSULUNA…
1960’lardan itibaren ithal ikameci birikim rejiminin başlamasıyla kentsel
rantlar sanayi birikimine bir engel olarak görülmüş ve sermaye kentsel rantlarla
ilgilenmemiş, bu yıllarda kaynaklar da sanayi sektörüne aktarılmıştır. Bu
dönemde kentsel gelişim daha çok küçük sermayenin ve gecekonduların başatlığında
şekillenmiştir. 1980’den sonra yeni birikim rejimi ile üretken sermaye yerine
para sermayeye ağırlık veren yeni bir birikim biçimine geçilmesi ile kentsel
rantlar ön plana çıkmış, sermaye birikimi kentsel rantlarla desteklenmeye
başlanmıştır. 1980 sonrasında kentsel alanlarda gerçekleştirilen dönüşümler
neoliberal politikalarla birlikte tam anlamıyla sermayenin mantığına göre
şekillenmeye başlamıştır. Kentsel rant artık sermaye birikim sürecinde engel
değil aksine sermaye birikimine katkıda bulunan bir unsur olarak öne
çıkmaktadır. Bu dönemle beraber kentlerin kendisi sermaye birikiminin ana
unsurlarından biri haline gelmeye başlamıştır. “Gecekondu” olarak adlandırılan
enformel konut piyasasının konut tarzı da değişen süreçler içinde farklılaşmış
ve farklı algılanmaya başlanmıştır. 1980 sonrası gecekondu bölgeleri
1950’lerdeki gibi barınma amaçlı yerler olmaktan çıkıp rant alanları olarak
görülmeye başlamıştır. Gecekondu mahalleleri hızla apartmanlaşmaya başlamış,
artık kentin formel konut piyasası içinde ve kentin büyümesi ile de merkezi
yerler haline gelmişlerdir. Sadece kentin yoksullarının değil artık kentli orta
sınıf da yaşamaya başladığı yerler olmuşlardır.
1980 sonrasında neoliberal politikalarla kentlerdeki bölünme ve ayrışma üst
sınıfın kendine duvarlar örmesiyle ve ötekilerinden ayrıştırmasıyla
sonuçlanmıştır. Bu ayrışma bir süre sonra söyleme de yansımaya başlamış ve
dışlanan kesim “varoş” olgusu ile kendini oluşturmuştur. Tehlikeli “öteki”, eski
kent çeperi/yeni kent merkezindeki bu rantı yüksek yaşam alanlarını ne kadar hak
ediyor sorusu bir şekilde sorgulanmaya öncelikle medya aracılığıyla başlanmış ve
kaliteli yaşam vurguları hem öteki hem de “kentin rantı yüksek yerlerinde
yaşaması gereken insanlar” için kullanılmaya başlanmıştır. Son yıllarda kentle
–özellikle İstanbul’la– ilgili bütün çözümsüz problemlerin –deprem nedeniyle
güçlendirilecek binalar, artan suç ve suçlunun yaşadığı mekânların temizlenmesi
gerekliliğinin– çözümü 1980 sonrasındaki kentsel gelişmenin en dramatik sonucu
olarak karşımıza çıkarılan ve şehrin yoksullarının yaşadığı ve varoş diye
tanımlanan mahallelerde uygulanan “kentsel dönüşüm” olarak dayatılmaktadır. 17
Ağustos depremi ile başlayan başta İstanbul olmak üzere bütün Türkiye’deki
inşaat kalitesine dikkat çeken söylem –“deprem değil binalar öldürür”–
karşılığını bir süre sonra bu binaların güçlendirilmesi kentlerin yenilenmesi
başta İstanbul olmak üzere depreme hazır olunması, bunun da merkezi otorite
tarafından sağlanması gerektiği ile meşru bir zemine taşınmıştır. İnşaat
kalitesi düşük binaların yeniden yapımı nedense kendini sadece kentin rantının
yüksek olduğu gecekondu bölgelerinde uygulanması gerektiği cevabı ile
sonuçlanmaktadır. Kentsel alanların kullanım biçimini değiştirmeye dönük
kararlar alınması ve ek sermaye yatırımları yapılması toprağın rantının
artmasına neden olmaktadır. Kentsel mekanlarda rantı yüksek alanlar altyapı
yatırımları biçimindeki sermaye yatırımları ile rantı daha da yükseltilmektedir.
Bu nedenle de kentin her alanı metalaştırılarak verimli hale dönüştürülmesine
ilişkin politikalar yaygınlaşmaktadır. Çok hızlı büyüyen kentlerde altyapı
kapasitesinin yetersizliği kent toprağının gelişimini zorlaştırmakta ve toprak
fiyatlarının artmasına neden olmaktadır. Bu nedenle eskiden kentin çeperinde
kalan gecekondu alanları –bugünün varoşları– artık kentin merkezi haline gelmiş
ve coğrafi olarak avantajlı durumdaki bu mekanların artan rantı nerdeyse
bakanlık derecesinde yetkilerle donatılmış TOKİ aracılığıyla büyük sermayeye
sunulmaktadır. Sermayenin talebi doğrultusunda siyasi otoritenin müdahaleleri,
mekanın örgütlenmesinde belirleyici olmaktadır. Bu müdahaleler sonucunda kentsel
rantların dağılımını etkilemekte ve kentsel mekanını değiştirmektedir.
1990-2000’LER: MODA ‘KENTSEL DÖNÜŞÜM’
2000’li yıllardan itibaren de pek çok ülkede uygulanan yapısal reformlarla
beraber uluslararası inşaat sermayesinin serbest hareketi sağlanmaya
çalışılmıştır. Türkiye’de de bu süreç yapısal uyum reformları ve geniş
yetkilerle tekrar yaratılan TOKİ aracılığıyla hayata geçirilmeye sağlanmıştır.
TOKİ, AKP iktidarı ile kentsel gelişimin asıl belirleyicisi olmaya başlamış
bunun da ateşleyicisi “kentsel dönüşüm” projeleri olmuştur. TOKİ’nin kendi
internet sayfasında bulunan “TOKİ’nin kentsel dönüşüm için aradığı özellikler:
Teknik verilere bağlı olarak (jeolojik durum, zemin özellikleri, tarihi ve doğal
miras); tasfiyesi zorunlu alanlar, afet bölgeleri; Kentsel arazi değeri yüksek
ancak yapılaşma kalitesi düşük, sosyal donatı hizmetinden yoksun ve kentsel
kimliğe uyumsuz alanlar dönüşüm projelerine konu edilmektedir” açıklaması
ile rantı yüksek, coğrafi olarak avantajlı mekânları dönüşüme konu ettiğini
açıkla belirtmektedir. Bu dönüşüm sürecinde toprağın potansiyel kullanıcıları
veya toprağı yeniden geliştirecek olanlar ile toprak üzerinde bulunan
kullanıcılar arasında doğrudan bir çatışma oluşmaktadır. Bu çatışmanın en büyük
tarafı olan TOKİ’nin başkanı Erdoğan Bayraktar ise 2004 yılında düzenlenen IV.
Gayrimenkul Zirvesi’nde “TOKİ, programı çerçevesinde özellikle gecekondu dönüşüm
projelerine büyük önem vermektedir. Gecekondu dönüşümü ile kaçak ve çarpık
kentsel alanların iyileştirilmesi, ayrıca eşzamanlı olarak yeni ve planlı
kentsel arsa üretimini sağlamak suretiyle hem kent merkezlerinde bulunan değerli
arsaların, kentin prestijini arttıracak özel proje alanları olarak
geliştirilmesini sağlayabilecek…” şeklinde açıklaması ile çatışmanın kaynağının
bir rant paylaşım süreci olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu süreç sonunda kentin
değerlerinin sermaye birikiminde kullanıldığını söylemde de görmekteyiz;
“barınma hakkı” yerine artık “konut sorunu” kavramı kullanılmaktadır. Artık
varoşların yerlileri bugüne kadar yaşadıkları mahallelerde kentsel dönüşüm
sonrası yapılan havuzlu, güvenlikli, spor kompleksi gibi imkânları olan lüks
konutlara mortgage sayesinde “kira öder gibi” taksitlerle alma “hakkına”
sahiplerdi. TOKİ, 2985 Sayılı Toplu Konut Kanunu 1984 yılında yürürlüğe girmiş,
1990 yılında da 412 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle, dar ve orta gelirli
ailelerin konut ihtiyacını karşılamak misyonuyla kurulmuştur. Oysa 6 Ağustos
2003 tarihinde 4966 sayılı Kanunla TOKİ’ye verilen “konut sektörü ile
ilgili şirketler kurmak veya şirketlere ortak olmak, yurtiçi ve yurt dışında
doğrudan veya iştirakleri aracılığıyla konut uygulamaları yapmak ve kaynak
sağlanmasını teminen kâr amaçlı projeler geliştirmek” hakkıyla beraber -
TMMOB’un 2009’da yayınladığı rapora göre- toplam TOKİ
projelerinin sadece yüzde 22’si alt ve orta sınıfa yönelik yapılmakta olduğu
görülmektedir. Bu alt gelir grubuna yönelik projelerde sağlıksız ve kalitesiz
evler olarak karşımıza çıkmaktadır.
1990 sonrasında kentin suç depoları olarak gösterilen ve artık kentin
merkezinde olan yerler söylemde de “varoş” ile ötekileştirilerek buraların suçun
ve suçlunun kaynağı olduğu ve artık içimizde yaşadığı ve her an tehlike ile
yaşadığımız korkusu kentlinin hayatına ve hayat pratiğine yerleştirilmiştir.
Kentli bu söylemle beraber kent çevresindeki korunaklı sitelerde yaşamayan
başlamış, kentin tehlikesinden kendini ve ailesini korumasının yolunun kentin
tehlikelerinden uzakta durmasıyla mümkün olduğuna, bunu da kentten uzaklaşarak
tehlikelerin bir şekilde içeri giremeyeceği yaşam tarzına sığınarak
sağlayabileceğine inanmıştır. Bu korunaklı siteler kent merkezine –işyerine,
okuluna, alışveriş merkezine– ne kadar yakın olursa o kadar da gözde mekânlar
olmaktadırlar. Kentsel dönüşümle bu korunaklı siteler artık kent merkezinin
kalbine yerleşebileceklerdir. Böylece yoksullar kent dışına gönderilirken hem
suçun yok olduğu düşünülmekte hem de kent merkezinin en değerli alanları bu
değeri hak eden insanlara mekan olmaya başlamaktadır. Lipietz’e göre, tekel
rantı kendilerini alt sınıflardan ayırmak ya da arzu ettikleri bölgede yasamak
için üst ve orta sınıflar tarafından ödenmektedir. Kentsel dönüşümlerle
yaşadıkları kent merkezine yakın ya da coğrafi olarak avantajlı mahallelerden
gönderilen “varoşlular” sayesinde burada yaşamayı hak eden yeni yerleşikleri bu
şans karşısında Lipietz’in tekel rantını ödemeye razı olmaktadırlar. Kentin
tarihsel merkezlerine yakın ulaşım ağlarına hâkim çöküntü bölgeleri de kentsel
dönüşümün bir diğer ayağını oluşturmaktadır. Kentsel rantın bölüşümü rantın
oluşumu sırasında gerçekleşmekte yani rant oluşurken bölüşüm sürecide
başlamaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri oluşan rantta siyasi otorite
aracılığıyla sermayenin yeniden bölüşüme açması olarak değerlendirilebilir. Bu
yeniden bölüşümün aktörleri ise finans sermaye ve yerli ve yabancı büyük inşaat
firmaları olmaktadır. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş: “Bizim
şimdiye kadar yaptığımız kentsel dönüşüm projeleri 3-5 binlik. Halbuki
İstanbul’daki 1,3 milyon binanın yarısından fazlasının yıkılarak yeniden inşa
edilmesi kaçınılmaz. Biz İstanbul’a yatırım yapmak isteyen yabancı sermayeyi
kentsel dönüşüm projesine yönlendireceğiz…” açıklaması ile yabancı inşaat
firmalarını İstanbul’u yeniden inşaya çağırmaktadır.
PricewaterhouseCoopers ve Urban Land Institute
işbirliği ile gerçekleşen ‘Gayrimenkulde Gelişen Trendler 2010
Avrupa’ raporuna göre; İstanbul gelişme beklenen şehirlerarasında ilk
sırada yer almakta ve yabancı yatırımcının en büyük beklentisi de yatırım
yapacakları ülkelerdeki yasal düzenlemelerin sorunsuzca işleyebilmesidir.
SONUÇ HEP YOKSULLUK, EŞİTSİZLİK…
Bu sürecin sonunda yaratılan rant sayesinde birikim sağlayan bir kesim olduğu
gibi mağdurları da yaratılan rantın mekanına sahip olan “varoşlu”lardır.
Yaşadıkları alanlardan edilen kent yoksulları bu ayrışma sonucunda kamusal
hizmet alabilme imkânlarından da daha az faydalanmaya başlayacaklar,
1950’lerden itibaren fordist üretim sürecinde kentin maliyetini ödeyerek ucuz
işgücünden yararlanılan ve artık tamamen dışlanan kesim olmaya başlayacaklar,
özellikle kentin hizmet sektöründe çalışan yoksullar kent dışına gönderilmeleri
nedeniyle var olan işlerini kaybetme ya da ekstra ulaşım masrafı ile karşı
karşıya kalmaya başlayacaklar ve var olan sosyal ilişkilerini –komşuluk mahalle
dayanışması– tamamen kaybedeceklerdir. Kapitalist birikim sürecinde önemli
ölçüde kentsel mekân üzerinden gerçekleştirilmesi kentsel dönüşüm uygulamaların
önüne geçilmesini zorlaştırmaktadır. Ancak, bu birikim sürecinin daha insanı bir
içerik kazanması için ciddi bir mücadele süreci dönüşüm uygulamalarının bir
kısmının iptali ile sonuçlanabilir ve kentin insanı ve tarihi dokusunun tahrip
edilmesine engel olabilir. Bu nedenle sivil toplum kuruluşları ve muhalif
güçlere önemli sorumluluklar düşmektedir. “Sermaye sizin ama kent bizim”
diyebilecek inisiyatif olmaksızın bu sürecin önüne geçilmesi oldukça zordur.
(*) Doktora Öğrencisi, Muğla Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü
|