Milyonlarca yıl petrolsüz yaşadık, susuz sadece birkaç gün yaşayabiliriz. Bir
insanın doğrudan ya da çeşitli yiyeceklerle kabaca günde 4 litre suya ihtiyacı
var, fakat her gün yediğimiz besini üretebilmek için günlük iki bin litre suya
gereksinim duyarız.
Aşırı tarımsal sulamalar ve sanayi, yeraltı su kaynaklarının doğal dolum
hızını çok aşmış durumda. Bu da yeraltı su seviyelerinin hızla azalmasına ve
sonuçta tükenmesine neden olacak bir etkendir. Birçok bölgede arıtma
tesislerinin yokluğu ya da kullanılmak istenmemesi sonucu kirletilen su, tekrar
yeraltına deşarj ediliyor. Ülkemizin her yerinde su kaynakları hızla tükeniyor
ve kirleniyor. Su kalitesi yüksek olan kaynak sularımız da su şirketleri
tarafından şişelenerek pazarlanıyor.
Örneğin su şirketlerinin yoğun olduğu Bursa’da 2009 başı
itibarıyla 17 şirket, Uludağ’ın 25 noktasından “izinli” olarak 65.42 lt/sn su
alıyor. Bunun 34 lt/sn’lik kısmı, yabancı bir tekelle ortak olan ülkemizin en
büyük su firmasına ait. Sanayi Bakanlığı’nın her yıl açıkladığı en büyük 500
firma içinde bu su tekeli de var. Herhangi bir sanayi kolunda, ham madde
maliyeti yüzde 1 bile olmayan kaç tane sanayi işletmesi vardır, doğrusu merak
konusu. Yaklaşık 100 milyon liralık yıllık ciroya sahip bu su tekeli hiç de hak
etmediği kârlarla hızla zenginleşiyor. Geçen Mart ayında yapılan 5.
Dünya Su Forumu’nda, suyun nasıl meta haline getirileceğinin somut
adımları atıldı. Daha önce B.M. Dünya Su Konseyi Başkanı Loic
Fauchon, eğer insanlar cep telefonlarına ödedikleri kadar bir tutarı
suya öderlerse dünyada su sorunu olmayacağını söylemişti. Bu yaklaşımın
adımlarını Türkiye’de yapılan bu forumda netleştirdiler ve birçok karar aldılar
ve bağlantılar kurup dağıldılar.
Enerji ihtiyacı gerçek mi?
Ülkemizde linansları alınmış 1500’ü aşkın HES projesi
gündemde. Karadeniz ve Munzur gibi su zengini bölgelerimizde yüzlerce HES
projesinin inşaatları başladı. Bu yatırımların ülkemizin enerji ihtiyacı için
yapıldığı vurgusu sık sık kullanılıyor. 2005’te TEİAŞ’ın hazırladığı raporda,
enerji ihtiyacının 2014 yılına kadar her yıl yüzde 8.4 artacağı ve ülke nüfusun
da 78.5 milyon olacağı öngörüldü. Şu an nüfusumuz 71.5 milyon olduğuna göre ve
eksi büyümelerin olduğu bir dönemde hazırlanan bu projeksiyon, ne kadar gerçekçi
olabilir? Asıl soru, HES projelerini gerçekleştirmek isteyen sermaye gruplarının
ve hükümetin yalnızca enerji üretmek isteyip istemedikleri.
Kyoto gereği başlayacak olan karbon ticareti, bu yatırımları
gerçekleştiren firmaların gözlerinin buraya odaklanmasına yol açtı. Kirletici
yatırımlarla sözde temiz yatırım olan HES’ler arasında karbon alışverişi yapmak
potansiyeli, bu yatırımlara olan ilgiyi arttırıyor. Ayrıca HES projelerinde
suyun kullanım hakkı da lisans sahiplerine 49 yıllığına kiralanıyor. Suyun
kullanım hakkına sahip olma ayrıcalığı, bu firmaların HES projelerine ilgisini
daha da artırıyor.
AB’ye girmeye çalışan Türkiye’ye, AB Su Çerçeve Direktifi
doğrultusunda hazırlıklar yapması buyuruldu ve bu bağlamda DSİ tarafından daha
önce belirlenmiş olan 26 adet su havza sayısının altıya düşürülmesi istendi.
Fırat ile Dicle’nin tek bir havza olarak değerlendirilmesi istendi ve hemen
ardından Türkiye’nin geçen günlerde AB Çevre Faslı’nın açılması karşılığında
Fırat ve Dicle’nin AB (İsrail’in de adının dolaştığı) ile birlikte yönetileceği
açıklandı. AB’nin bu durumu Ortadoğu halklarının üzerinde yeni bir tehdit olarak
kullanılacağı ve sömürü çarklarına yeni araçlar sağlayacağı çok açık. Yine geçen
günlerde ülkemizde bazı dernekler eliyle “Su Meclisi” kurulduğu açıklandı. Bu
girişimin iyi niyetli olduğunu düşünsek bile burada gözümüze çarpan en önemli
unsur, AB Su Çerçeve Direktifi doğrultusunda havza yönetimine geçilmesi
hedefidir. AB’nin su havza sayılarımızı düşürmek istemesi ve Karadeniz’in tek
bir havza olarak ele alınacak olması, “Su Meclisi” girişiminin iyi niyetli bir
girişimden öte içinde başka kuşkuları barındırdığı sonucuna varmamıza yol
açıyor. Çünkü suyun artık petrol boru hatları gibi taşınabildiğini görüyoruz. Bu
konudaki en önemli deneyi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Ankara Büyükşehir
Belediyesi, şehrin su ihtiyacını karşılamak bahanesiyle Melen Çayı ve
Kızılırmak’tan boru hatları döşeyerek gerçekleştirdi. İBB şu an Trakya’da
bulunan Rezve Deresi’nin suyunu da devasa büyüklükteki boru hatlarıyla
İstanbul’a getirmeye hazırlanıyor.
Bütün bunlar Karadeniz’de, Munzur’da ve Akdeniz’de ve ülkemizin değişik
yerlerindeki HES projelerine olan ilginin neden bu kadar
yoğunlaştığını açıklamaya yetiyor. Suyun artık tamamen ticari bir meta olarak
ele alındığı gerçeğini gösteriyor. Tüm canlıların yaşam kaynağı olan suyun,
petrol kaynağı gibi alınıp satılan, oradan oraya götürülen bir meta olmasına
seyirci mi kalacağız? Bugün Munzur’da, Karadeniz’de, Alakır’da mücadele eden
insanların varlığı halen her şeyi yitirmediğimizi ve ne yapmamız gerektiğini
bize anlatıyor. Bundan yalnızca insanları zarar görmüyor tabii. Su
kaynaklarımızın talana açılması yla birlikte bu alanlarda yaşayan birçok canlı
türü de tehlike altında. Hayvan ve bitkilerin barajların iklimlere etkisi,
suların başka bölgelere taşınması ve kaynak sularının su şirketlerine peşkeş
çekilmesi ya da suların kirletilmesi sonucunda yeni iklim koşullarına, susuzluğa
ve kirliliğe uyum sağlamakta zorlanacakları çok açık. Bu zorlanma bir süre sonra
canlı sayılarının azalmasına ya da yok olmalarına neden olacak.
Sonuç?
Bu girişimlere dur demek artık kaçınılmaz bir süreç. Yalnızca çevrecilerin ya
da bölgelerde yaşayan halkın buna tavır alması yeterli olmuyor. Demokratik kitle
örgütleri, çevreciler, siyasi örgütler, meslek odaları, aydınlar, herkes ama
herkes yöre halklarıyla birlikte bu mücadelenin içinde olmalı ve karşı bir
mücadele ağı kurmaları gerek. Mücadelede elde edeceğimiz her başarı, geleceğe
daha umutlu bakmamıza neden olacaktır. En doğal hakkımız olan suya sahip çıkmak
varlık nedenimizdir.
YUSUF GÜRSUCU, Türkiye Çevre Platformu Yürütme Kurulu
üyesi
|