Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

'Yanlışlar Her Yerde'

'Yanlışlar Her Yerde'

Cumhuriyet Gazetesi
'Yanlışlar Her Yerde'

lkede arazi vurgunu, rant kapmaca almış başını gidiyor. Bir zamanlar ar ve haya duyguları insanlarımızda çok değerliydi. Bugün ne yazık ki artık bunlara yer kalmadı. Varsa yoksa rant kapmaca, arazi talanı. Kent politikaları ve kent planlama uzmanı Prof. Dr. Ruşen Keleş'le yerel ve merkezi yönetimlerin sorumlulukları, kaçak yapılaşma vurgunu, arazi talanı üzerine konuşurken durumun ne kadar vahim olduğu bir kez daha ortaya çıkıyordu.

- Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı hakkında kısa bir bilgilendirme yapabilir misiniz?

Avrupa Konseyi birtakım demokratik değerlerin, bu arada yerel demokrasinin geliştirilmesi ve AB ülkelerinde geçerli kılınması için, kurulduğu tarihten beri (1949) faaliyet gösteren bir uluslararası kuruluştur. Yerel yönetimlerle ilgili özerklik ilkelerini bir uluslararası sözleşme çerçevesinde bir araya getirme çabaları 1985'e kadar başarılı olamamıştır. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nın metni üzerinde uzlaşı 1985'te sağlandı ve sözleşme üye devletlerin imzasına açıldı. Bugün, Konsey'in 46 üyesinden 42'si şartı onaylamıştır. Onaylamış olmayan devletler arasında Belçika, İsviçre ve Fransa vardır. İngiltere onayını, İşçi Partisi'nin iktidara gelmesinden sonra verdi. Türkiye ise kimi çekinceler koymasına karşın, 1992'den beri Şart'a taraftır.

Halk çıkarı için yönetim

- Peki, bu onaylamayan ülkelerin onaylamama gerekçeleri nedir?

Tarihsel gelişmelerinin sonucu olan kendi anayasal konumları... Bu sözleşme özerk yerel yönetimin ne anlama geldiğini açıkça belirliyor. Buna göre tıpkı bizim anayasamızda olduğu gibi, yerel yönetimlerin karar organlarının halk tarafından seçilerek oluşturulması gerekiyor. Tanımın tartışılmakta olan öğelerinden biri, kamu hizmetleriyle ilgili görevlerin önemli bir bölümünü yerel yönetimlerin gerçekleştirmesine ilişkin kuraldır. Bilindiği gibi kamu hizmetleri dünyanın her yerinde devletle yerel yönetimler arasında bölüştürülmüştür. Bu paylaştırmanın ölçütünün ne olacağını her ülkenin kendi tarihsel gelişimi, siyasal ve sosyo-kültürel yapısının özellikleri belirler. Eğer Türkiye merkeziyetçi bir ülkeyse, tarihsel gelişim süreci bunu gerekli kıldığı için bu sonuç ortaya çıkmıştır. Belçika ya da İsviçre'nin adem-i merkeziyetçiliği benimsemiş olmaları da kendi tarihsel gelişme süreçlerinin sonucudur. Dolayısıyla Şart'ın metninde, bütün üye devletlerin özel koşullarının gerektirdiği gereksinmelere yanıt verebilmek ve bir uzlaşı sağlayabilmek için esnek anlatımlar kullanılmıştır. Bu demektir ki her ülke, kendi anayasasının ve yasalarının çizdiği çerçeve içinde, kamusal görevlerin olabildiği ölçüde büyük bir bölümünü halka en yakın birimler aracılığı ile gerçekleştirecektir. Şart'ın bu kuralı, AB'yi kuran anlaşmalarda da vardır.

Özerk yerel yönetim tanımının bir başka öğesi de şu: Kamu görevlerinin yalnız önemli bir bölümünün halkın seçimle oluşturacağı karar organları eliyle görülmesi yeterli değildir. Görevlerin, aynı zamanda ''halkın çıkarları doğrultusunda'' yerine getirilmesi de gereklidir. - Sadece bu tanımı yapmak yeterli mi?

Değil tabii. Merkezi yönetim karşısında özerk ve demokratik bir yerel yönetimin oluşturulması, halkın ağırlığının daha iyi duyumsanabilmesi için öngörülmüş bir mekanizmadır bu.

- Siz Avrupa Konseyi'ndeki bu Şart'ın uygulanmasını izlemekle görevli bilim kurulunun üyesisiniz. Türkiye'de gerek merkezi yönetim, gerekse de yerel yönetimler bu kurallara uyuyorlar mı?

Türkiye Şart'ı onaylamadan önce, yani 1992 öncesinde de, bugün de hem tüzeye uygunluk hem de yerindelik denetimi yapıldığını gösteren örnekler çok. Yerindelik denetimine olanak veren uygulamalar Avrupa Konseyi'nde zaman zaman eleştiriler almaktadır. Çünkü bu tür bir denetim Şart'ın özüne ve sözüne ters düşmektedir.

- İyi de merkezi yönetim denetim yaparken acaba yerel yönetimin tabanıyla birlikte bir şeyleri paylaşmıyor mu?

Elbette. Tabii bu her ülkenin koşullarına bağlı olarak değişiyor. Türkiye'de son kamu yönetimi ve yerel yönetim reformu tartışmaları sırasında bununla ilgili bir gözlem yapmak fırsatı çıktı ortaya. O da şuydu: Yerel yönetim ve yerel yöneticiler ne yaparlarsa yanlış yaparlar, demokrasiye hizmet etmezler; oysa merkezi yönetimin her yaptığı iş doğrudur. Böyle bir değerlendirmeyi doğru bulmadığımı her fırsatta söylüyorum. Türkiye'de yaşamakta olduklarımız, yanlışların yerel yönetimler kadar merkezde de yapılmakta olduğunu gösteriyor. Hatta kimi zaman çok daha büyük boyutlarda olmak üzere... Sanıyorum ki işaret ettiğiniz konu bununla ilgili.

- Son yaşanan, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ın villaları olayı var. Merkezi yönetim bir yanlış yapıyor. Yerel yönetim merkezi yönetimin yanlışını pekiştiriyor. Acaba yanlış mı düşünüyorum?

Çok haklısınız. Yanlışta işbirliği içinde oldukları görülüyor. Yakışıksız ve çıkarcı davranış ve çabalarında yarış içindedirler. Az önce de söylediğim gibi, yolsuzluklar, usulsüzlükler, kurallara aykırı davranışlar bakımından bir ülkenin yerel yönetimlerini merkezi yönetiminden ayırt etmek sosyolojik yönden, bilimsel açıdan yanlıştır. Çünkü yerel ya da merkezi olsun, tüm kurumlarımızı ayakta tutan güçler bu ülkenin siyasal ve toplumsal güçleridir. Aynı hamurun ürünüdürler.

- Yani insan unsuru...

Evet, insan unsuru. Dün yerel yönetimin temsilcisi olarak görev yapan, bugün merkezi yönetimde en üst düzeyde olabilmektedir. Birkaç gün önce TBMM'de verilen bir örnekte de gösterildiği gibi, belediye başkanı olduğu sırada arkadaşına orman arazisinde yapı izni verenlerle bundan yararlananlar arasında, iktidar koltuklarında sağlam dostluklar oluşabiliyor. Halk arasında ''Al gülüm ver gülüm'' diyorlar buna. Bu bugüne özgü bir durum da değildir. Pek çok örnekleri verilebilir. Sistem öyle kurulmuş . Önemli olan sistemin hangi noktalarda sakat olduğunu görüp düzeltmeye çalışmaktır.

- Son yıllarda BM'nin 'yönetişim' kavramı yaygınlaştı. Katılımcı yönetim için bu deyim kullanılıyor. Sizce bu, açıklık ve demokrasi içinde gereğince gerçekleştiriliyor mu?

Gerçekleştiğini hiç sanmıyorum. Ömrüm kamu yönetimi ve siyaset bilimi okutulan bir fakültede geçti. Bizler hep yönetim sözcüğünü duyduk ve kullandık. Çağdaş yönetim içinde katılım zaten vardır. Yeni adlar uydurmaya gerek yok. Eski tarihli sözlüklere baktım. Onlarda yönetişim sözcüğü yok. Sonradan girmiş sözlüklere. Amacı ve içeriği yönünden taşıdığı tutarsızlıklara ek olarak, ben yönetişim sözcüğünün Türkçenin yapısına da uymadığı kanısını taşıyorum. İtişip kakışmayı çağrıştırıyor. Yönetişim herkesin, halkın, işçinin, işveren temsilcilerinin, sivil örgütlerin, meslek kuruluşlarının karar süreçlerine katılmalarını öngörüyor. Ama katılmak başka, katılabilmek başkadır. Önemli olan nokta, katılımın eşit koşullarda olup olmaması.

- Yönetişim gerçek anlamda katılımcı bir yönetim haline nasıl getirilebilir, sizce?

Güçsüz sınıflara kendi yoksulluk ve güçsüzlüklerini telafi edecek olanakların sağlanmasıyla... Oysa öyle bir durum yok ortada. Bu önkoşullar sağlanmadan yönetişimde direnmekle biçimsel davranmış, salt sözcük değişikliği yapmış oluruz. 1992 Rio Dünya Çevre Doruğu'nun ardından, yönetişim gibi, Gündem 21 ve ona koşut olarak Yerel Gündem 21 gibi kavramlar kullanılmaya başlandı. Gerçekte bu kavramlar, dorukta alınan kararların, benimsenen ilkelerin uygulamaya geçirilebilmesi için hazırlanan eylem izlencesini anlatıyor. Bu çerçevede, yerel yönetimlerin daha özerk, daha güçlü kılınması için, Birleşmiş Milletler'in de desteğiyle, Türkiye gibi birçok ülkede, ''Yerel Gündem 21'' çalışmaları yapılıyor. Bunlar arasında, İzmir, Antalya, İzmit ve daha birçok kentlerimizde gönüllü çabalara dayanan başarılı çalışmalar yapılıyor. Kimi bilim insanı arkadaşlarımızın bu tür çalışmalara sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Bunların, insanlarımızı ''uyutmak'' için bize dışardan aktarılan yönetişim uygulamaları olduğunu öne sürüyorlar.

- Avrupa kentlerinde tarihi dokunun çok iyi korunduğu görülüyor. Türkiye'de ise böyle bir anlayış yok. Üstüne üstlük tarihi ve doğal çevreyi yok etmek için neredeyse elimizden geleni yapıyoruz. Bizde bunu engelleyen temel nedenler neler? Talana neden bu kadar prim veriyoruz? Bizden sonraki kuşakları acaba neden hiç düşünmüyoruz?

Çağdaş yaklaşımlar ve tarihsel çevre anlayışı doğal ve tarihsel güzelliklerin, zenginliklerin, çevre ve mimarlık değerlerinin bireylere, hatta devletlere bırakılamayacak kadar önemli varlıklar olduğu biçiminde gelişti. Bunlar için günümüzde artık ''insanlığın ortak mirası'' terimi kullanılıyor. Çünkü bu tür tarih, kültür ve doğa zenginlikleri, yalnız bir ülkenin, onun halkının malı değil, bütün insanlığındır. Bizim ülkemizdeki sorunun kaynağında bu değerlere sahip çıkma bilincinin yeterince gelişmemiş olması var. Zaten böyle bir bilinç gelişmiş olsaydı, o değerleri gereği gibi koruyacak yerel politikacıları da seçecek bir duruma gelmiş olurduk. Demek istiyorum ki bu değerlere birinci derecede sahip çıkması gerekenler belediyecilerdir. Onları da halka seçtiriyoruz. Halk seçtiklerini sürekli olarak uyarmalı, bu konulardaki duyarlılığını göstermeli ve uygulamayı yakından izlemelidir. Kısaca, koruma konularında karar süreçlerine ağırlığını koyabilmelidir. Ülkemizde halkın bunu yapabildiğini sanmıyorum.

Belediyelere bu konuda yeterince güvenilemediği için, koruma konularında son sözü söyleme yetkisi merkezi yönetimin ağırlıklı olarak temsil edildiği ve onun öncülüğündeki koruma kurullarına bırakılmıştır. Biliyorsunuz, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıkları Yasası uyarınca ''koruma kurulları'' oluşturulur. Koruma planlarının yapılmasında ve uygulamasında, belediyeler bu kurullarca belirlenen koruma, yapılaşma, gelişme kurallarının dışına çıkamazlar. Bilinçsiz belediyeler ve belediyeciler için bu koruma kurulları hoşlanılmayan kurumsal oluşumlardır.

- O zaman merkezin ağırlığı büyük ölçüde hissediliyor mu?

Tabii ki duyumsanıyor. İlkeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı'nın başkanlığındaki bir yüksek kurul tarafından konuluyor. Kurul'da plancılar, mimarlar, arkeologlar vb. teknisyenler var. Ama bu böyle mi olmalıdır sorusu her zaman sorulmaktadır. Neden yerel halk ve yerel yönetim kendi değerlerine sahip çıkabilecek bir bilince sahip olmasın? Öte yandan, her şey insan unsuruna bağlı olduğu için, koruma kurulları ya da kimi üyeleri zaman zaman, ''yaranamadıkları'' bakanların hışmına uğrayabiliyor ve kendilerini kapının önünde bulabiliyorlar. Bu ise ''koruma kurullarını kimin koruyabileceği'' sorusunu gündeme getiriyor. Bu da gösteriyor ki kamu yararını her şeyin üstünde görme bilinci açısından merkezi yönetimle yerel yönetim arasında çok büyük fark yok.

- Mortgage yıllardır pek çok ülkede uygulanan ipotekli kredi sistemi olmasına karşın bizde yeni bir sistem gibi tanıtılmıyor mu?

1950'li yıllardan beri Türkiye'de uygulanmıştır. Alman uzman Lehmann bu sistemi Türkiye Emlak Kredi Bankası'na önermiş. Medeni Berk 'in katkılarıyla yöntem benimsenip uzun yıllar uygulanmıştır. 1980'lere kadar bu mekanizma kooperatiflerden yararlanılarak çalıştırılmıştır. Türkiye'de konut maliyetini aşırı derecede yükselten öğelerden birisi arsa değerleridir. Ama ne yazık ki kooperatiflerden bir bölümü de zaman zaman asıl amaçlarından sapmışlardır. Yolsuzluklara karışmışlardır. Çok yakınmalar vardır kooperatiflerden. Bunlar doğru olmakla birlikte, konut kooperatifçiliğinin terk edilmesi için haklı nedenler olamazlar. Habitat II sürecinde konut kooperatiflerine açıkça karşı tavır alınmıştır. Temel yanlışlardan birisi de budur. Barınma gereksinmesi içinde kıvranan dar gelirliler piyasa güçlerinin insafına terk edilmişlerdir. Habitat II sürecinde kentleşmenin sorunlarıyla ilgili birtakım kurallar da kondu. Ama ne yazık ki ülkemizde hâlâ ulusal çapta ciddi bir kentleşme politikasının izlendiğini görmüyoruz.

- Neden?

Çünkü Türkiye'de planlı kentleşmeyi gerçekleştirecek ne yüksek düzeyde bir istenç ne de bunu gerçekleştirmeye elverişli kurumsal yapı var. 1990'lı yıllarda planlı kentleşmeden sorumlu bir bakanlığın kurulması gündeme gelmişti ama bu öneri sonunda bir yana itiliverdi. Bir bütün olarak toplumda plana saygının sarsıntı geçirdiği görülüyor. Ulusal kalkınma plancılığından tutun bölge ve kent plancılığına kadar durum böyle...

- Bir de Beykoz'da orman talan edilerek kaçak olarak yapıldığı bilinen toplu konut adı altında bir villa grubu inşaatına Habitat ödülü verilmişti. Bunu nasıl değerlendirmiştiniz?

Bu tür ödüller, ödülleri veren kurulların organlarının yapısına, o organların kararlarına egemen olan kişilerin eğilimlerine, ilişkilerine göre değişebiliyor. Öyle bir girişime ödül verilmiş olmasını ben çok yadırgamışımdır. Türkiye'nin koşullarını çok iyi bilmeyen kişiler tarafından alınmış bir karar gibi gözüküyor.

O ödülü verenlere, bu kararın dayandığı gerekçelerin yanlış olduğu bir biçimde anlatılmalıdır. Bir olasılık da bu kararın yanlış olduğunu söylemek durumunda olan kişilerin kararın verilmesinde rol oynamış olmalarıdır. Ama işin perde arkasını bilmediğim için böyle bir tahminde bulunmak istemem. Öte yandan, Habitat tarafından çok isabetli ödüller verildiğini de belirtmek gerekir.

- Bu bağlamda bir devlet kurumu olan TOKİ (Toplu Konut İdaresi) doğru iş yapıyor mu?

Hayır demekle yetineceğim. Konut edindirmede toprağın mülkiyetinin kişiye aktarılması çözüm olmamıştır ve olamaz. Toprağın mülkiyetinin kamuda kalması konusunda çok kararlı davranışlar olmadıkça, toprak alım satımı kazanç güdüsü olmayı sürdürdükçe yığınlar piyasa güçlerinin insafına terk edilmiş olur. Kent toprağında kamunun etkinlikleri sonucunda yaratılan değere, yani toprak rantına kamu tarafından el konmadıkça sorunu çözmeye olanak kalmaz.

Leyla TAVŞANOĞLU

http://www.yapi.com.tr/haberler/yanlislar-her-yerde_44266.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!