Kırk beş saniye nedir ki insan ömründe? Belki birkaç göz
kırpması, belki bir lokmayı yutma süresi, kısa bir cümleyi sarf etme ya da bir
adım atışı... 45 saniye çok uzun olabilir. Milyonlarca ölümü, yıkımı getirecek
kadar hem de... Toprak, her yer toprak... Karanlık, gözün alışamayacağı kadar
çok karanlık... Gece yarısı 03.02. Tarih, çoktan aklınıza geldi değil mi, 17
Ağustos 1999... Resmi raporlara göre, 17.480 ölüm, 23.781 yaralı oldu. 505 kişi
sakat kaldı. 285.211 konut, 42.902 işyeri hasar gördü. Resmi olmayan rakamlar
ise çok daha fazla ölüm, yıkım gösteriyor; 50 bin ölüm, 100 bine yakın yaralı,
133.683 çöken bina, 600 bin evsiz. 16 milyon insanın hayatını değiştiren,
eksilten 17 Ağustos depreminin üzerinden 10 yıl geçti. Acılar hâlâ taze, yaralar
kapanmadı. Üstelik yeni bir 17 Ağustos olmaması için atılması gereken adımlar
atılmadı, atılmıyor, atılacağa da benzemiyor.
Oysa çok daha kötüsü, Türkiye’nin en kalabalık şehri İstanbul için
bekleniyor. Kuşkusuz en büyük korkuyu da, 17 Ağustos’ta İstanbul’da yıkımların
olduğu Avcılar yaşıyor. 10 yıldır hâlâ yenilenmemiş binalarda
yaşamak zorunda kalanlar tedirgin, 17 Ağustos’u unutmamışlar, ancak gidecek
yerleri, binalarını yaptıracak imkânları yok.
Bir 17 Ağustos daha istemiyoruz!
Depremzede Necdet Urak bunlardan biri. Depreme henüz iki
aydır oturdukları evlerinde yakalanmış. “Sıcaktan uyuyamamıştık geç saatlere
kadar” diyerek anlatmaya başlıyor o geceyi, “Uykudayken sarsıntıyı hissettik.
Hemen kendimize gelemedik. Tam bitti derken, üç beş saniye sonra ikinci bir
sarsıntı oldu.” Sonrası karanlık... Önce kesilen elektriklerin, ardından yıkılan
binanın karanlığına gömülüyorlar. O, eşi, 2.5 ve 4.5 yaşındaki iki kızı. “Bir
mucize” olarak görüyor göçük altından çıkmalarını Urak, “On dakika bile kalmadık
göçükte. Bir kapı açtım, eşimi çıkardım, çocukların odasına bakmasını istedim,
ben çıkamıyordum. Çıkabilmek için daha derinlere inip, başka yol bulmam gerekti.
Çıkınca eşime, yaşadığımıza sevinmeyelim, çünkü yeryüzünde başka canlı kaldığını
zannetmiyorum, dedim.”
Çıktıklarında artık üç kişilik bir aileydiler, 4.5 yaşındaki kızını, ilk
çocuğunu depremde kaybetti Urak. O göçükten 24 ölü çıkarıldı. “Alt komşumuzun
düğünü olduğundan misafirleri vardı. Bir aileden 11 kişi öldü, ancak altıncı gün
enkazdan çıkarılabildiler” diyor. Göçük altından eksik çıkmışlar ya. Hepsi bu
değil: “Bir pijama ile kaldık. Bakkaldan su alacak paramız yoktu, yakınlarımızın
desteğiyle idare ettik. Memleketten anne, babamız, kardeşlerimiz yetiştiler, sağ
olsunlar.”
Hiçbir şey eskisi gibi olamamış Urak için; sanki bir okyanusun içinde kalmış
gibiyim, diyerek anlatıyor yeni yaşamını. Hep 4.5 yaşında kalacağını biliyor ya
kızının, yine de hesaplamadan edemiyor; “Yaşasa 15’ine girecekti” diyor, “İlk
çocuğumuzdu. Yedi, sekiz ay dünyayla bağımız koptu, hâlâ da toparlayamadık ya,
kalanlar için çalışmam gerekiyor. O dönem işlerime sahip çıkamadığımdan
dükkânımı da kaybettim. Sağ olsun devlet 18 ay kira yardımı yaptı. Başka da
destek görmedik. Bir beklenti içinde olmamalıyız belki, sonuçta hayatta kalmayı
başardık. Şimdi bir yakınımın yanında çalışıyorum”.
Depremden sonra bir oğlu olmuş Urak’ın, şimdi dokuz yaşında. Gözü iki
çocuğunun üzerinde, kulağı seslerde, bir gürültü duysa hemen dikiliyor, lambanın
sallanıp sallanmadığına bakıyor. “O travmayı henüz üzerimden atamadım” diyor.
Yine Avcılar’da yaşıyor Urak, biraz imkânsızlıktan, biraz alışkanlıktan. Tek
isteği, depreme dayanıklı bir evde yaşatmak ailesini, ancak kısıtlı ekonomik
şartları buna el vermiyor. “Çok kaygılıyım, ancak kazandığım burada, deprem
öncesi yapılmış bir evde yaşamaya yetiyor. İkinci katta oturuyoruz. Allah bir
daha vermesin... Gerçi olacak, deprem ülkesiyiz, ama...”
Nazan Doğru da Avcılar’ın eski sakinlerinden. 99 depremini
yaşadığı eve bir daha ayak basamamış. Bakın 17 Ağustos’a dair neler
anlatıyor:
“Gece iki gibi çamaşır makinesini çalıştırdım uyudum, sarsıntıyla
uyandığımda, başta makine sandım. Sarsıntılar büyüdü, duvarlar üstüme geliyordu.
Kıyameti yaşıyoruz sandık. Terasın camları patlayıp annemi yaraladı. Sallantı
kesilince, oğlumu kucakladım. Çakmakla merdivenler yerinde mi diye kontrol edip,
kendimi dışarı attım... O gece pek çok tanıdığımızı kaybettik.”
Şimdi, Avcılar’da depremden sonra yapılan bir binada yaşıyor Doğru ya, yine
de korkuyor, çünkü yanlarındaki binanın sağlam olmadığını, üzerlerine yıkılma
riski olduğunu biliyor. Kendince önlemler almaya çalışıyor, baş ucundan fener,
düdük ve cep telefonunu eksik etmiyor.
Onun aksine, depremi unutanlar da yok değil, Mehmet
Çıkınaltın 17 Ağustos’ta her şeyin bittiğini düşünecek kadar korkmuş
ama, şimdi aklında ne bu korkusu var, ne de deprem riski. İsmail
Açıkgöz de evini hiç kontrol ettirmemiş ama sağlamlığına güveniyor.
Oysa mahallesinde sekiz binanın yıkıldığına şahit olmuş. “Depremle uyandık”
diyor, “Eşim ve oğlumla balkona çıktık. Mahalle toz, dumandı, karanlıktan
çığlıklar geliyordu, mahşeri yaşadık sanki. Yan binanın beşinci katı, üçüncü kat
olmuştu, sağ kalanları merdivenle indirdim. İnsanlar Avcılar’ı terk etti. Pek
çok bina ağır hasarlıydı, bir kısmının sadece dışını yenilediler, ama
sağlamlaştırılmadı.”
Avcılar’da 17 Ağustos’un izleri hâlâ okunuyor, mahalle aralarında hasarlı
olduğu halde yıkılmamış binaların arasında çocuklar oynuyor, gidecek yeri
olmayanlar çatlak binalarda hayatını sürdürüyor. Evet, Türkiye bir deprem
ülkesi, bunu herkes biliyor, ancak bu önlem alınması için yetmiyor, ne hükümet,
ne belediyeler depremi karşılamaya hazır değil...
|