Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

"Mimarlık: Bir Entelektüel Enerji Alanı"

Geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan Hülya Yürekli'yi Mayıs 2004'te Yapı Yayınları'ndan çıkan ve eşi Ferhan Yürekli ile birlikte yazmış olduğu "Mimarlık: Bir Entellektüel Enerji Alanı" adlı kitabı üzerine Gülçin İpek tarafından yapılmış ve henüz yayımlanmamış bir söyleşi ile anıyoruz. Söyleşi 18 Haziran 2004'te gerçekleştirilmiştir.

Hülya YÜREKLİ-Ferhan YÜREKLİ
"Mimarlık: Bir Entelektüel Enerji Alanı"

eçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan Hülya Yürekli'yi Mayıs 2004'te Yapı Yayınları'ndan çıkan ve eşi Ferhan Yürekli ile birlikte yazmış olduğu "Mimarlık: Bir Entellektüel Enerji Alanı" adlı kitabı üzerine Gülçin İpek tarafından yapılmış ve henüz yayımlanmamış bir söyleşi ile anıyoruz. Söyleşi 18 Haziran 2004'te gerçekleştirilmiştir.


Gülçin İpek: Kitabınızın adı mimarlığa ilişkin bir tanım içeriyor: "Mimarlık: Bir Entelektüel Enerji Alanı", üstelik bilinen geleneksel tanımlardan da oldukça farklı. Ama bu tanımdan önce entelektüel kime denir, bunu konuşalım dilerseniz.

Hülya Yürekli
: Bugünün entelektüeli kim? Bizi ilgilendiren kısmı aslında şu; öğrencinin eğitilirken belli bir şeyi öğrenen bir kişi değil de her zaman öğrenecek, düşünecek tetkik edecek bir kişilik olarak, yani entelektüel bir kişilik olarak yetişmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Ferhan Yürekli:
Entelektüeli de biraz tanımlamakta bir sakınca yok. Entelektüel, aklını kullanan, kuşku duyan, düşüncelerin eleştirilmesinin gerekli olduğuna inanan kişidir. Yani mimarlık açısından bakınca, kalıcı, bitmiş, tartışılmaz bir eser amaçlamak yerine, entelektüellik, mimarlık çalışmasını, deney olarak görüp, tartışma açmayı ve ders almayı, ilgilileri düşünsel açıdan motive etmeyi amaçlamaktır.

G.İ. Bugüne kadar "Mimar usta yapıcı, mimarlık da inşa etme / yapı yapma sanatı" şeklinde tanımlandı. Siz kitabınızda başka bir tanımlama yapıyorsunuz; inşa etmeyi mimarlığı aşındırıcı, yıpratıcı, hatta çarpıtıcı bir süreç olarak tanımlıyorsunuz. Bu ilişkiyi biraz açar mısınız?

H.Y.
Belki Ferhan'ın entelektüel insanı anlatırken yaptığı tanımla bunu bağdaştırabiliriz. Dolayısıyla mimarın illa bina inşa etmesi gerekmez. Bazen insan binayı inşa ederken bir takım şeyleri düşünerek yeni şeyler katabiliyor binaya, bazen daha iyi sonuç verebiliyor ön fikirden, ama o ilk fikir ve mimarlık dünyasına verilecek düşünceler daha önemli oluyor. Dolayısıyla binanın yapılması şart değil. Ama yapılırsa da bazen güzel şeyler oluyor, onu da kabul ediyoruz. Yaparken başlangıçta düşünülmeyen ilave güzel şeyler de çıkabiliyor.

G.İ. Size göre mimar olabilmek için illa bir bina inşa etmiş olmak gereği de ortadan kalkıyor o zaman. İnşa etmeyi mimarlığın önkoşulu saymıyorsunuz yani.

F.Y. Mimarinin çok kabuk değiştirdiğini, daha doğrusu değiştirme çabası içinde olduğunu ve bunun son iki yüz yıldır sürdüğünü düşünüyoruz. Geçenlerde bir bölüm başkanımız "öğrencilerin başarısız olmalarının nedeni inşa etmemiş olanların öğretici olmasıdır" dedi. Buna katılmıyoruz. Bizim düşüncemiz her proje aslında bir bilimsel çalışmadır. Bildiri sunmaktan, makale yazmaktan farkı yoktur. İkincisi, önemli olan daha sonraya katkı ise bu böyle; ama önemli olan "bir eser bırakıyorum ve bu da kullananlarca değerlendirilebilir ancak, kullanıldıktan sonra değeri anlaşılabilir" deniliyorsa inşa etmeye devam edebilirler tabii, bunda bir şey yok. Ama bizce inşa sonrası değerlendirme en önemli konu değil. Ayrıca biz mimarlar, onun yapılmadan ne olacağını anlamak üzere yetişiyoruz. Bir kâğıttan, bir eskiz karalamasından onun ne olduğunu anlayabiliyoruz. Ondan ders alabiliyoruz. Onun yapılıp da kullanılmasını beklememize gerek yok. O kadar vakit yok dünyada.

H.Y. Mesela kaç sene önce o işin öyle olduğu belirlenmiş, değerlendirilip saptanmış dünyada. Bir kitap var mesela "Paper Architecture" diye. Konstrüktivistlerin projelerini basan. O kitap bunun bir kanıtıdır.

G.İ. Bizde mimarlık, geleneksel söylemlerin ve belli bir bakış açısının tekelinde sıkışıp kalmış gibi.

F.Y. Biraz dar açıyla bakılmasından dolayı böyle oluyor. Özellikle öğretim işlerine ve bilimsel araştırmalara girmiş olanların biraz daha esnek bakabilmeleri lazım. Birkaç sefer yazdık biz. Bu kitabımızda da vardır. Fransız devrim mimarisi diye bir şey var. En azından var... Boullée, Ledoux var... Onların binalarının bugün inşa edilmişleri değil edilmemişleri okullarda kitaplarda tartışılıyor, konuşuluyor.

H.Y. İnsanların ileriye dönük düşünmeleri sırasında "yapılabilirlik" kısıtlayıcı bir etken olabilir. Yani yapılabilme kıstasını koyduğunuz anda o bir takım başka düşünceler gelişmeyebilir. Halbuki yapılma kaygısını çok fazla düşünmezseniz daha farklı yönlere gidebilirsiniz. Sonra onu yapmak için çaba sarf edebilirsiniz, o başka bir şey. Ama yapılabilirlik ön planda olursa belki çok daha ilginç ve farklı bir yerlere gidebilecek bir düşünceyi kısıtlamış, bağlamış oluyorsunuz.

F.Y.
Yani geleceği günün teknolojisi ile -var olan ile- bağlamak çok da rasyonel bir bakış açısı değil tabii.

H.Y. Mesela Zaha Hadid'in binaları da biraz öyle değil mi… İnşa edildiklerinde bence çok şey kaybediyorlar. Çünkü onlar daha ileride daha farklı malzemelerle yapılabilecek şeyler. Şimdi mesela Nobel alan biri var, onun nobel almasının sebebi bir malzeme üretmesi ve onun tasarladığı malzemenin bugün kullanılanlardan çok daha hafif ve çok daha dirençli olması. Aya bir kordon atmayı düşünüyor mesela.
O malzeme ileride belki de çok ucuzlayacak ve onunla çok daha güçlü bir malzemeniz olacak. Onunla neler yapılabileceğini bilmek ilginç olabilir. Zaha Hadid'in binaları mesela öyle bir malzeme ile yapılabilse o hafifliğe kavuşabilir, ama betonla yapılınca çok daha farklı oluyor.

G.İ. İşte bütün bunlar da sorgulayan bir bakış açısı ile yetişmiş insanlar tarafından gerçekleşme şansı buluyor. İlk sorunun cevabını almış oluyoruz böylelikle.

Kitapta bir başka tespitiniz, yapılı çevredeki kalite probleminin eğitim çerçeveli olarak tartışılması. Eğitim yetersizliğinin de başlıca sorumlu olarak gösterilmesini kolaycı bir bakış açısı olarak değerlendiriyorsunuz.

Ayrıca Mimarlık eğitimini de konuşmak istiyorum. Eğitimin niteliğini artırmak için sunulan önerilerden belki en çok tartışılanı eğitim süresinin uzatılması talebi; siz bir fetiş olarak tanımlamışsınız bunu da kitabınızda. Sizce mimarlık eğitiminin kalitesi süre ile doğrudan ilişkili mi?

F.Y. Hayır. Çünkü eğitim zaten okulla bitmiyor. Beş yıl diyenler eğitimin okulda bittiğini düşünüyorlar. "Dört yılda mimar olamazsınız, ama beş yıl okuyup iki yıl da staj yaparsanız artık mimar olabilirisiniz" diyorlar. Yaşamını o şekilde yaşayan da çok insan var. Belki de yanlış olan bu. Eğitimin sonu yok. Peki dört yılda ne yapacaksınız. Dört yılda bu sürecin marşına basıyorsunuz. Entelektüellik dediğimiz bu. Biz çok şanslıyız, örneğin bu yıl çoçuklar 1.750. 000 kişi içinden seçilip geldi. Çok özel çocuklar, onların marşı bir basışta alıyor. Dört sene fazla gelen çocuklar var.

G.İ. Mimarlık fakültesine öğrencinin ÖSYM ile girmesi doğru mu?
Yoksa öğrenciler özel yetenek sınavı ile mi alınmalı?

F.Y. Bu konuda hiçbir kuşku ve endişemiz yok, bu günümüz koşullarında en geçerli yöntem.

H.Y. Bence yetenek sınavının form ve çizgi ile ilgili olan kısmı bazı durumlarda zararlı olabiliyor. Yani bazı öğrenciler var, onların biçim kaygısı düşünceden önde gidiyor. Yeteneği, düşünmesine mani oluyor. Geçenlerde konuşuyorduk mesela bazı insanlar da var öyle çok güzel konuşuyorlar ama konuştuklarında bir şey yok. Sanki bir şey söylüyormuş ya da yazıyormuş gibi geliyor, ama bakıyorsunuz bir kere daha okuyunca ya da düşününce fazla bir şey yok söylediklerinde. Bir derinliği yok söylediklerinin.

Mesela biz bizim kızımızdan biliyoruz. Mimarlığı çok fazla istemedi. Felsefe okumak istedi, ama bana da tek başına felsefe okumak hep ters gelmiştir. Bir felsefecinin muhakkak bir mesleği olmalı ve yaptığı yapabildiği bir işi olmalı ki onun üzerinden düşünmeye başlasın. Dolayısıyla bir şey oku, fizik kimya vesaire, ama ondan sonra istiyorsan üzerine felesefe oku. Benim düşüncem bu. Yalnış olabilir ama. Esin, sonra mimarlık okudu. Ama illaki mimarlık okuyayım diye bir isteği yoktu. Ama şimdi işini o kadar çok seviyor ki. Yani başlangıçta çok bilinçli bir seçim olmayabiliyor. Hangi öğrenci mimarlığı tam olarak biliyor da bilerek geliyor. Bu çok zor. Zaten öğrencinin 16-17 yaşında o kadar bilinçli olması mümkün değil.

G.İ. Demek ki öğrenci sizce doğru bir yöntemle geliyor. Peki öğretim üyelerinin seçiminde doğru bir yöntem izleniyor mu? Mesleki bilgisi yeterli düzeyde olan bir kişi aynı zamanda iyi bir eğitmen olabilir mi? Öğretim görevlilerinin seçiminde bu yeterince irdeleniyor mu sizce?

F.Y. Her zaman öyle olduğunu söylemek kolay değil... Ayrıca alındıktan sonra da yükseltmelerin sağlıklı yapıldığını da söylemek de mümkün değil... Bizim sistemimiz biliyorsunuz ömür boyu iştir. Şimdi onu biraz değiştirdiler. Bazı asistan ve araştırma görevlilerinin kadroları artık geçici, doktora bitince ilişik kesilebiliyor. Buralarda çok sorunlar var tabi, ama bu başka bir konu.

G.İ.
Aslında eğitimin kalitesi ile çok doğrudan ilgili gördüğüm için sordum. Sizin kitabınızda ideal eğitimci tanımlanmış, ama gerçekte farklı yaklaşımlarla eğitiliyorsunuz. Bir öğrenci bir dönem başarısız olduğu bir projede bir başka dönemde son derece iyi bir performans sergileyebiliyor. Bu, eğitimcinin önemini göstermiyor mu?

F.Y. Bu konular üniversite içinde de tartışılıyor. Usta-çırak ilişkisinin üniversitede de geçerli olduğunu, doğru olduğunu savunan insanlar var ve sayıları da hiç de az değil. Bunlar tabii başka yerlere de yansıyor. Genç öğretim üyelerinin yetişme ve yükselmelerine de yansıyor, o zaman daha sorunlu olabiliyor.

H.Y. Herkes ideal olsa eğitimin kalitesi daha mı iyi olur? Çeşitli insanların olması o kadar da kötü değil. Farklı kültürleri anlamak gibi. Bir durumu kavrayabilmek için başka bir durumun özelliklerini de bilmekte yarar var. Bu da bir eğitim aslında. Kafası çalışan için, bu da hayatı tanımak için bir veri olabilir. Ülkenin de, üniversitelerin de birbirlerinden farklı olmayan bir kesiti var. Dünyanın hiçbir yerinde bunu değiştiremezsiniz. Amerika'da da bu böyle. Çok katı düşünen öğretim üyeleri var.
Öğrenci bundan da kendine ait vasıflarıyla bu durumu değerlendirerek bir pay çıkarabilir. Bizim üniversitede de o kesit var. Ama önemli olan birbirlerine oranı, bunların daha az olmalarında fayda var.

F.Y. Klasik anlamda usta-çırak gibi düşünenler bunu pek de yazarak savunmuyorlar, tartışmaya açmıyorlar. Sadece öyle davranıyorlar. Biraz arkasında ne olduğunu, niye öyle davrandıklarını yazıp açsalar daha iyi olur.

H.Y. Şeffaflaşırsa o artık kalmaz. Bir kapalılık ve gizlilikle oluştuğu için o gizliliği açtığınız anda pandoranın kutusu gibi çöker. Tartışılmadığı için kalabiliyor. Tartışılsa nasıl bir düşünceye oturtulabilir ki, Ortaçağ'a oturtulabilir ancak Masonluk gibi. Kapalılık ve gizlilikle oluştuğu için, o gizliliği açtığınız anda biter.

G.İ. Eskiden bilgiye bu kadar kolay ulaşılamıyordu. İletişim bu kadar yaygın değildi. O zaman rehber olarak önünüzde ustanız vardı. Ve ne görürseniz, ustanızın vizyonu ve misyonu neyse onu devam ettiriyordunuz. Yetenekleriniz elverdiğince siz bunları biraz daha ileri götürerek bir sonrakine aktarıyordunuz. Bugün gelişmeden bile değişebiliyor bazı şeyler. Bütün bu bilgi akışı ve hızla değişen bir dünyada bu ilişki bozuldu.

F.Y.
Durum böyleyken, deneyimli mimarların yeni mezunlara icazet vermesi için Ankara'da yasa taslağı hazırlanıyor. Yani bu hiçbir şeye aykırı değilse bile insan haklarına, insanların çalışma özgürlüğüne aykırı bir durum.
Herkes demokrat, herkes olağanüstü insancıl, ama insanın çalışma özgürlüğüne saygı akıllara gelmiyor. Lonca sistemini yıkan Fransız Devrimi. Fransız Devrimi'nden iki yüz yıl sonra burada gelip de icazeti biz vereceğiz, yanımızda staj yapılmadan mimar olunmaz dememin en az iki yüz sene önceki düşünce sistemi olduğunun düşünülmesi lazım ondan önce.

G.İ. Peki mezun olduktan sonra imza yetkisi tartışması konusunda ne düşünüyorsunuz?

F.Y. Tabi ki imza yetkisi olması lazım bu insan hakkı, çalışma özgürlüğüdür. Biz hiçbir zaman ondan yana olmadık, ama dünyaya bastırılan kapitalist sistemin rekabete dayalı olduğu söyleniyor.
O zaman rekabetin önünün açık olması lazım. Genç mezun trilyonluk işi alıyor deniyor. Alabiliyorsa alsın. Trilyonunu ona emanet eden kişinin düşünmesi lazım bunu, bizim değil. Biz üçüncü şahısız. Bizi şu açıdan ilgilendirir: Sadece işi kaptırmak. Çok etik bir şey değil bu.

H.Y. Hollanda'da mesela mimar olmaya bile lüzum yok bina yapmak için. Orada mimar kavramını, unvanı korumakla mesleği korumak farklı şeyler. Adam mimarlık okuluna gitmediyse bu unvanı kullanamıyor, ama istediği işi yapıyor. Niye, çünkü orada önemli olan kontrol edenlerin değerlendirmesi. Eğer kontrol eden adam onu hakkıyla kontrol edebiliyorsa,
hataları önleyebiliyorsa, o zaman niteliksiz proje onay alamıyor zaten. Bir sürü mekanizma var aslında oluşturulabilecek. Öğrencileri durdurmak en yanlış yaklaşım. Hiçbir mekanizmayı çalıştırmadan öğrenciyi hedeflemek, durdurmaya çalışmak en yanlış olanı..

F.Y. Öğrenci hedef seçilince esas hedeften sapılıyor. Çok zararlı. Bunu isteyenlerin öbür konularda hiçbir fikir beyan etmemeleri de kuşku uyandırıcı.

G.İ. Öğrenciler mezun olduğunda zaten mutsuzlar. Hiçbiri önünü göremiyor. Bilgisayar operatörü gibi çalışıyorlar. Belki ofis açabilenler tasarım yapma şansı bulabiliyorlar.

H.Y. Rem Kolhaas bir yarışma kazanmış, uygulama projesini çizdirmek için büro büro dolaşmış. Çok karakteristik bir örnek bu. O büroyu kurup da çalışır hale getirmek o kadar da kolay bir iş değil. Bir çocuk bunu başarmışsa o bayağı yeteneklidir.
Biri söylemişti "Mezunların %1'i mimarlık yapıyorsa bir ülkede mimar yetiştirmek yerine işvereni yetiştirmek lazım" demişti. İyi bir işveren de toplum demek, toplumun mimarlıkla ilişkisinin daha iyi kurulması lazım, bu noktada aksaklık var.

G.İ. Toplumun mimarlıkla ilişkisi hangi araçlarla kurulur?

H.Y. O işi yapması gereken kurum bence Mimarlar Odası, ama o işle doğudan uğraşmıyor.
Oysa birinci görevinin bu olması lazım.

F.Y. Mimarlar Odası'nı izleyenler mimarlığın çok tehlikeli bir şey olduğu hissine kapılabilirler. Doğaya da, şehre de dokunulmaması gerektiği izlenimini almak hiç de zor değil. Türkiye'de mimarın işvereni kim diye baktığımızda Türkiye'de Cumhuriyet Dönemi'nde mimarın '30'lardaki işvereni devlet. Yarışmalar açılmış ve yarışmaları kazanan projeler aynen inşa edilmiştir. Sayıları çok fazla değildir, ama aynen inşa edilmişlerdir. '30'lardan sonraki dönemde artık onu göremiyorsunuz. Yine işveren devlet, biraz savaş zenginleri var. Onların hangi mimara neler yaptırdığı nasıl destekledikleri belli. Atatürk'ün ölümünden sonra zaten Cumhuriyet çok net olarak yön değiştirdiği için mimarlığın da nereye geldiğini görüyoruz. Orada da belki birkaç devlet binasında mimarinin uygulandığını görüyoruz. Fakat '50'lerin sonu ve '60'larda artık devlet mimarlığı iyice kurutuyor. Gene de o dönemin de bir iyi tarafı var, bütün önemli binalar yarışma ile elde ediliyor.

Bakın önümüzdeki duruma şurada Maçka Oteli yıkıldı, yerine ne yapıldığını kimse bilmiyor. Oysa Maçka Oteli yarışma ile yapılmıştı. Ondan da 30 sene geri giderseniz küçücük büro binaları bile yarışma ile yapılırdı. Nereden nereye gidiyoruz. Artık devlet durdu mimarlara iş vermiyor, belki belediyeler iş veriyor. Çok az sayıda belediye yarışma açtı. Yaptıkları yatırıma göre çok az sayıda yarışma açıldı. Kaldırımları ellerinde proje ile döşediklerini gördünüz mü hiç? Yok… Biz bir kere sorduk "Yolun genişliğini kaç bırakıyorsunuz?" diye, "Ne genişliği?" dedi adam. Oturmuş döşüyorlar göz kararı. Halbuki geçenlerde konferansa gelen İspanyollar bahsettiler, on yıl önce İspanya'da bir yasa çıkmış tüm binalar yarışma ile yapılacak diye. Olamaz öyle bir şey dendi bizim entelektüel ortamımız tarafından. Ondan sonra projenin bir değeri olur. Aksi halde projenin değeri nedir bizim işveren için. Hülyalar gidiyor Fatih Belediyesi'ne, o zamanki Belediye Başkanı "Eğer Kat İrtifakı Kanunu tasdikli proje istemeseydi siz zor proje yapardınız" diyor, "imza için size geliniyor" diyor bir Belediye Başkanı. İyi niyetle söylenmişti bu, olumsuz anlamda değildi, bir gerçeği ifade ediyor. Yeni mezunlar iyi ölçü çizgisi koyamadığı için eleştiriliyor. Kötü denmesinin nedeni, aslında acı ama, bu. Karalamayı kâğıda geçiremediği için kötü mimar deniyor. Kriter de bu. Büronun işini göremediği için kötü mimar diyorlar. Biz de diyoruz ki okul büronun replikası değildir. Orada başka iş yapılır. Her konuda böyledir bu. Öyle olması gerekir. Kimyasında da fiziğinde de böyledir bu.

H.Y. Geçenlerde radyoda yapı faaliyetinin %80'i zannediyorum devlet eliyle yapılıyor dendi. Araştırmak lazım, ama öyle olunca işveren devlet ve belediyeler oluyor yine de. Onların eğitilmesi ve bir noktaya getirilmesi daha basit. Mimarlar Odası'nın bu konuda bir şeyler yapabilmesi lazım.

G.İ. Mimarlar Odası aslında bu yönde çok eleştiri alıyor. Oda'nın durumu olumsuz bir sürece doğru mu gidiyor, geçmişteki konumu ile karşılaştırır mısınız?

F.Y. Bu '70'lerde kırılmıştır. Ondan önce mesleğin iyi icrası için çabalayan bir kuruluştu. Bunda saklanacak bir şey yok. Politika aracı haline getirildi. Belki o zaman için bir ölçüde faydası da oldu. Ama şimdi o politika geçersiz. Şimdi de başka bir uğraş alanı var "koruma", onunla uğraşıyorlar. Bu da gerekli olabilir ancak bedeli, mesleğin uygulanması için gerekli ortamın oluşturulması çabalarının ikinci plana itilmesi olmamalı.

H.Y. '70'lerde daha sol eğilimli bir yapılanma vardı. Tüm dünyada bu böyleydi. O sol eğilimli yapılanma çok politik bir düzeye, yani mimarlığı ilgilendiren bir politik düzeye değil, genel bir politik düzeye döndü.

F.Y. Devrimcilik vardı, şimdi korumacılık var.

G.İ. Mimarlık bilimdalı olduğuna göre mimarlığı temsil eden bir kurumun politikanın içinde olması özüyle çelişen bir tavır değil mi?

H.Y. Tamamen politika ile uğraşıldı. Mimarlar Odası politikayı ne kadar etkileyebilir, hiç. Böylelikle işlevini yerine getirmediği gibi, boşuna bir çaba harcıyor. Dünyada o sol eğilim değişince yerini ekoloji ve sürdürülebilirlik aldı. Ama bence Batı'daki o dönüşüm fena değil: ama bizdeki korumacılıkla sınırlı kaldı.

F.Y. Ama bilimsel bir temeli varsa, felsefesi varsa doğru. Bizdeki uzantısı öyle de değil. Bize yansıması korumacılık da değil, tutuculuk oldu.

H.Y. Batı'nın gelişmesi karşısında, gelişmeye kapalı tutucu bir tavır takındık. Kendimizi bir takım kutuların içine sokmamız gerektiği empoze edildi. Mimarlar Odası da o işi üstlenmiş oldu. Bence çok doğru bir tutum değil.

G.İ. Tasarıma kullanıcı katılımını da negatif bir süreç olarak tanımlamışsınız kitabınızda. Bunu biraz açar mısınız?

H.Y. Mimarlık bir meslekse o zaman o mesleğin bir takım gerekleri var. O mesleğin gereğini yapmayıp başkalarına atmak bir şekilde sorumluluktan kaçmak oluyor. Tabii ki mimar bir bina yaparken orada ne işler yapılacağını bir miktar düşünmek zorunda. Gerekiyorsa kullanıcı ile tartışmalı, konuşmalı, ama neticede en sonunda o binanın nasıl olacağına mimar karar verecek. Kullanıcının karar verebileceği gibi bir havaya girerseniz orada bir bozukluk başlar. Batı'da eğitim düzeyi yükselince insanlar ne istediklerini biraz daha iyi biliyor. Dolayısıyla orada mimarla işveren veya kullanıcı arasındaki ilişki daha farklı bir düzeyde oluyor.

G.İ. Türkiye'de Modern Mimari'nin pek tutulmadığından bahsetmişsiniz. Neden Seyfi Arkan'ın yeterince anlaşılmadığını, gereken önemin verilmediğini düşünüyorsunuz? Kendisinin mimari geçmişimizdeki yerinden ve öneminden bahseder misiniz?

F.Y. Seyfi Arkan çok önemli çünkü o dönem sosyal olan, kendini o yönde eğiten O. Kimlerin neler yaptığını biliyorsunuz, arada sınıf farkı var. Aristokrasinin mimarlığı nasıl olmalı var, halkın mimarlığı nasıl olmalı var. O farkın görülmemesi çok tuhaf.

H.Y. Seyfi Arkan Florya Köşkü'nü yaparken niye o bina seçilmiş; çünkü halk plajı ile birlikte düşünmüş binayı ve onun için seçilmiş. Dış kapıları camlı; karadan, Atatürk'ün odasının içini görebilirsiniz.

F.Y. Önemli bir detay bu, ama es geçilen bir şey. Her şeyi konuşup, her şeyi söyleyemiyorsunuz. O zamanların akademisyeninin mimarlığa bakışı, kadroları başka bir şey. Aristokrat yapıda.

H.Y. Seyfi Arkan bina ve mimarlık konusunda o kadar düşündüğü halde onu proje dersine sokmamışlar, Şehircililik Kürsüsü'ne vermişler. Binalarına bakarsanız lüks konutları da var, ama daha çok sosyal konut projesi var. Üzülmez Evleri, Kılıç Mahallesi ve diğerleri… İşçiler mühendisler birlikte nasıl yaşayabilir, düşünmüş. Ankara'da tenis kortu yokken orada varmış, oradaki insanları belli bir seviye getirebilmek için çabalamış. Aynı devirdeki başka bir takım mimarlar ise uğraştığı alanlar dolayısıyla farklı görünüyorlar.

F.Y. Ötekiler İstanbul dışına çıkmamışlar ki. Birkaç tanesi Ankara'ya gitmiş geri gönderilmiş zaten.

H.Y. Önemli olan o durumları doğru yorumlamak. Biz biraz o konuda bir şeyler yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Eğitimle de ilgisi var, ama tarih gözüyle bakılıyor, bütün bunlar yorumlanmıyor.

F.Y. Mimarların da öyle aileleri araştırılmıyor. Bunlar Osmanlı aristokratları mıdır, halk çocukları mıdır hiç bakılmıyor. Kimlere, hangi fırsatların verildiği kimlerin nerede, nasıl engellendiği araştırılmış değil ki. Bunların araştırılması lazım. İnsan üzülüyor. Cumhuriyet'ten 20 sene sonra kimlik diye nelerin önerildiğine bakılmalı. Mesela 1939 New York Dünya Fuarı'ndaTürk Pavyonu bir Osmanlı sebilidir ve Cumhuriyet'i tanıtmak için hiç de uygun değildir bizce. Çok beğenilmiş orada, tabii beğenilir. Niye beğenilmesin…Bugün de Cumhuriyetimize dışardan yapılan, katılmadığımız yorumların bir sebebi acaba bu bina mıdır diye de düşünüyoruz.

G.İ. Bugün hâlâ bir özel ünivesitenin kapısında bir taçkapı görülebiliyoruz mesela.

F.Y. Kimse yadırgamıyor, eleştirmiyor.

G.İ. Üniversiteyi bilgi veren değil, öğrenciyle yol alan, düşünen sorgulayan insanı yetiştiren bir kurum olarak tanımlıyorsunuz.

F.Y. Bilgiye ulaşmak denen, bilgiye nasıl ulaşacağını göstermek değil, daha bilgileşmemiş şeye ulaşıp onu bilgi haline getirmektir. Bizim bilgi dediğimiz bilinmeyen şey. Ötekiler zaten her kütüphanede var.

G.İ. Bilgisayarın bugün içinde bulunduğumuz kaos ortamının aşılmasında çözüme katkısı olabileceğini, ama bir araç olarak kullanım metodolojisinde eksiklikler olduğunu savunuyorsunuz. Son olarak bilgisayarın mimaride kullanılması konusundaki görüşlerinizi almak istiyorum.

H.Y. Başlangıçta bilgisayar yanlış değerlendirildi. Mimarinin rasyonelleşmesine katkı yapıyor diye düşünüyoruz. Eskiden rasyonel olan şey tanımlayabildiğiniz şeylerdi. Corbusier'in tanımlayabildiği şeyler Öklid geometrisine bağlı olan kareler vesaire soyut formlardı. Şimdi ise matematiğin geldiği nokta ve bilgisayarın kullanımına getirdiği olanaklar çok daha farklı formların tanımlanabilmesini sağlamakta. O zaman ufkunuz genişlemiş oluyor. Önceden hayal bile edemediğiniz şeyler uygulama alanı buluyor. Bilgisayarın böyle bir katkısı var.

G.İ. Bu katkıyı, bazı mimarların bilgisayar teknolojisini kullanmadan önceki çizgisi ile sonrasını karşılaştırdığımızda somut olarak izleyebiliyoruz.

F.Y. Mimar rasyonel davranmak zorundaysa bilgisayar onun o rasyonel tavrını genişletiyor.
Dolayısıyla o yönden bakmak lazım. Bizde çizim aracı olarak görüldü. Önemli olan öbür tarafı idi.

H.Y. Her çizgiyi her formu tanımlayabiliyor bilgisayar. Lazerle çalışan ve şekilleri üçboyutlu olarak tanımlayabilen programlar var. Dijital olarak size üçboyutlu olarak tanımlıyor.
Böylelikle irrasyonelitenin tanımı değişti.



MİMARLIK
Bir Entelektüel Enerji Alanı
Hülya YÜREKLİ, Ferhan YÜREKLİ

Yapı Yayınları
14,5 x 20,5 cm
311 sayfa, karton kapak
400'ün üzerinde siyah-beyaz fotoğraf ve çizim

Hülya Yürekli ve Ferhan Yürekli'nin çeşitli dönemlerde kaleme aldığı makalelerinin derlendiği kitap, yazarların eğitim öncelikli olmak üzere mimarlığın temel konularına ilişkin sorgulamalarını, düşüncelerini, tepki ve önerilerini içeriyor.
Yakın mimarlık tarihimize eleştirel bir bakış sunan kitap, mimarlık yazınımızda yeterince yer bulamayan "eleştiri"ye katkı sağlarken, yeterince sorgulanmayan koruma-kopyalama-taklit ilişkisini de yorumlayarak öncül düşünceleri ve değerlendirmeleri sunuyor.
Geçmişten günümüze eğitimin geçirdiği süreci, bugün izlenmesi gereken yöntemi dile getiren, öneriler sunan Yürekliler inşa etmeyi mimarlığın olmazsa olmaz koşulu olarak görmüyorlar. Temsil araçları ile anlatılan mimarlıklar da inşa edilmiş -bina haline gelmiş- mimarlıklar kadar deneyimdirler ve öğreticidirler, diyerek, inşa etmeyi mimarlığı aşındırıcı, yıpratıcı hattâ çarpıtıcı bir süreç olarak tanımlayarak, mimarlığın ülkemizdeki geleneksel tanımlarını sorguluyorlar.

Bu yayını satın almak için tıklayınız.

http://www.yapi.com.tr/haberler/mimarlik-bir-entelektuel-enerji-alani_61094.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!