Yalnız 20. yüzyılda değil, sanat tarihinin hiçbir döneminde Picasso kadar üreten, Picasso kadar sanatı değiştiren, Picasso kadar yenilikler getiren, Picasso kadar hem geçmişin sanatını hem gününün sanatını (başta kendi sanatı olmak üzere) sorgulayan ve yaratıcı yanıtlarını yapıtlarıyla veren bir başka sanatçı yoktur.
16 yaşında Rönesans'ın büyük ustaları gibi desen çizebilen, 18 yaşında Paris'e ayak bastığında Lautrec'in dünyasına "davetsiz misafir" gibi giren, hemen ardından Mavi ve Pembe dönemleriyle figüratif resmin belki de olası en lirik örneklerini ortaya koyan, sonra yükselen şöhretinin önüne sanki bir duvar çekmek ister gibi, 20. yüzyıl modern sanatının ilk ikonu Avignon'lu Kızlar'ı diken, böylece, izlenimcilik dahil sanattaki kuşkusuz en büyük devrim sayılan kübizmin temellerini atan bir yaratıcı…
Picasso, uzun yaşamı boyunca, bir çocuğun oyun oynarkenki rahatlığıyla oradan oraya atladı, yepyeni yollar açtı, hiçbir yenilikle yetinmedi.
Konularının esin kaynakları çok çeşitliydi: Sevgilileri, ailesi ve dostlarından oluşan yakın çevresi; olaylar ve mekânlar; sanat tarihi... En geniş anlamda, özel yaşamı sanatını besliyordu. Picasso'nun çalışma biçimi buydu, sanatına bunca güvenle yaklaşmasının kökeninde de, yurdu İspanya'da geçen çocukluğu yatıyordu.
Picasso'nun babası José Ruiz Blasco mütevazı ünü olan bir ressamdı. Oğlunun erken yaşta gelişen resim yeteneğini farketmiş ve onu teşvik etmişti. Genç Pablo, özellikle babasının yönlendirmesiyle yaptığı gerçekçi resimlerde ortaya koyduğu yetenekle dikkat çekmeye başlamıştı. Picasso, daha sonra bu resimlerin sanat okulunda yaptıklarından çok daha iyi olduğunu söyleyecekti. Aile 1895'te Barcelona'ya taşındıktan sonra don José, Bilim ve Merhamet gibi birçok resimde oğluna modellik de yaptı.
Kaydolduğu yerel sanat akademisinde yeteneğiyle arkadaşlarını ve öğretmenlerini şaşkına çeviren Pablo, 1897'de babasının öğüdüne uyarak Madrid'deki daha itibarlı San Fernando Akademisi'ne gitti. Ancak, derslerden çok çabuk bıkarak, vaktini kafelerde ya da sokaklarda çizim yaparak, ya da Prado Müzesi'nde İspanyol Sanatı'nın altın çağının eserlerini inceleyerek geçirmeyi tercih etti. Picasso, Goya'nın gravürlerini de kopyalamıştı; bunlar sanatçının son dönem baskı ve tablolarındaki boğa güreşçilerine, İspanyol beyefendi ve hanımefendilerine yansıyacaktı. Pablo'nun ailesi, oğullarının akademik bir ressam olarak başarı göstereceğini umuyordu, ancak genç Pablo Ruiz'in çok daha başka düşünceleri vardı.
Yüzyıl Dönümünde Barcelona ve Paris
1899 başında Barselona'ya döndü; sanat okulunu bırakmaya ve bir ressam olarak ün kazanmaya kararlıydı. Barselona'da çıkan yeni dergilerde illüstratör olarak çalışmaya başladı, Katalonyalı sanatçı ve yazarlarla arkadaşlıklar kurdu. Bu sanatçıların illüstrasyonları, afiş ve grafik çalışmalarının esin kaynakları, İspanya sınırlarının dışına taşıyor, Paris, Münih ve Londra'ya kadar uzanıyordu. Bu arada Pablo, İspanya'da Ruiz'den daha ender olan annesinin soyadını kullanmayı tercih etmiş ve yapıtlarını önce P.R. Picasso, sonra da sadece Picasso şeklinde imzalamaya başlamıştı.
On dokuzuncu yaş gününden birkaç gün önce Picasso, Fransa'nın başkentindeki kültür ve sanat yaşamı hakkında fikir sahibi olmak amacıyla, yazar ve sanatçı dostu Carles Casagemas ile birlikte ilk kez Paris'e gitti. Paris 1900'de dünyanın kültür başkentiydi ve son derece hareketliydi. Picasso ile Casagemas Paris'e gelir gelmez, şehir merkezine tepeden bakan Montmartre mahallesine yerleşmiş başka İspanyollar buldular. Bu mahallede, iki arkadaşın resim yapmaya başlayabilecekleri bir atölye ve özgürce yaşayan genç kadınlar (modeller) da vardı. Geceleri küçük tiyatro ve kabarelerin bohem dünyasını keşfettiler.
Ertesi yıl ilk Paris sergisini açtığında, bir çırpıda üretilmiş rengârenk kompozisyonları, sanatçının bu ilk gezisinin etkilerini yansıtıyordu. Eleştirmenler genç İspanyolu dikkate değer bulmuşlardı, ama aralarından biri, kompozisyonlarında çok fazla farklı sanatçının etkisinin görüldüğünü söyleyerek onu uyarmıştı. Bu eleştirmen, başka ressamların sanatını alıp yeniden yaratmanın, Picasso'nun gelecek yıllarda kendi bireysel yaklaşımını biçimlendirirken kullanmayı sürdüreceği yollardan biri olduğunu henüz bilmiyordu.
Mavi ve Pembe Dönemler
Modern Paris hayatının bir çırpıda resmedilmiş sahneleri, rengârenk kompozisyonları görece kısa süren bir aşamaydı. Genç sanatçının hayatındaki üzücü bir olay, arkadaşı Casagemas'nın intiharı, "Mavi" diye adlandırılan bir sonraki dönemi kelimenin tam anlamıyla bu renge boyayacaktı. Yıllar sonra Picasso, 1901 sonu ile 1904 arasında yaptığı resimlerin ağırlıklı rengi olan maviyi Casagemas'ın ölümü yüzünden düşündüğünü söyleyecekti. Mavi dönemin belli başlı konusu, yoksullar ve yoksunların -çingeneler, fahişeler, mahkûmlar, sarhoşlar ve dilenciler- hüzün veren görüntüleridir. Bu dönemin bazı çizim ve yağlıboyaları Paris'te, ama çok daha büyük bölümü yüzyıl dönümünün buğulu artistik teknikler ve yozlaşmış konularla işlenen sembolik ve hüzünlu havasının hala baskın olduğu Barselona'da yapılmıştır.
Picasso, nihayet 1904 baharında, yaşamını sürdürmeye karar verdiği Paris'e taşınır; çalışmaları orada karşılaştığı entelektüel dünyanın ve sanat akımlarının yarattığı duygu değişikliklerini yansıtır. Pembe Dönem adı verilen bu dönemde (1904-06) Picasso'nun başlıca konusu gezgin sirkler, paletindeki baskın renkler ise pembe ve ten rengi tonlar olmuştur. Bu dönem, Picasso'nun özel hayatında da önemli bir değişikliğin habercisiydi. 1904 sonunda yaşamına giren model Fernande Olivier ile birlikte sanatçının Montmartre'daki stüdyosunda yaşamaya başladılar. Sonu kübizme varan o yıllarda "La Belle Fernande" birçok yapıtın, özellikle de 1906'daki Gósol seyahatinde yaptıklarının esin kaynağı oldu. Picasso'nun orada yaptığı yağlıboya, çizim ve oymabaskıların topraksı tonları, heykelsi nitelikleri, sadece İberya ve ortaçağ Katalan sanatına duyduğu ilgiyi değil, figürleri, özellikle sevgilisini, modelini biçimlendiren bir heykeltıraş gibi tuvale aktarma isteğini de yansıtır.
Picasso'nun kendi kuşağıyla paylaştığı bir arzusu vardı: sanat okullarında öğretilen dersleri ve gelenekleri alaşağı etmek. Bu genç ressamlar, yeni yüzyılın vaadettiği parlak hayallere denk düşecek derecede yaratıcı bir sanatın peşindeydiler. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında sanatçılar kaynaklarını genişletip, sadece eskiçağ ve ortaçağ sanatından değil, alışık olmadıkları temsil yöntemlerini ve sanat yapıtlarında tılsımlı niteliklerin varolduğunu onlara gösteren Afrika sanatından da etkilenmişlerdi. Bu arada, dördüncü boyut kavramı ve matematik ve bilimdeki son keşifler de yeni sanat kuramlarına yerleşmekteydi.
Picasso'nun zamanlaması daha iyi olamazdı; kısa sürede o da geçmişle bağlarını koparmış, yeni akımlara uyarak, kendini yirminci yüzyıl sanatının ön saflarına yerleştirmişti. Paris'e döndükten sonra, 1906'nın sonlarına doğru, Avignonlu Kızlar diye bilinen büyük kompozisyonu üzerinde çalışmaya başladı. Tabloda kadın bedenlerinin göğüs, kol ve bacaklarının keskin geometrik kesişmelere indirgenecek kadar sert biçimde ele alınışı, Afrika sanatının etkisiyle resmedilen maskemsi yüzler, tabloyu Montmartre stüdyosunda görenleri dehşete düşürmüştü. El Greco'nun tablolarını hatırlatan uzam ve ışık kırılmaları, Cézanne'ın Denize Girenler'ini çağrıştıran figür istifi gibi sanat tarihindeki bazı öncülere gönderme yapmasına rağmen, Avignonlu Kızlar sanat tarihinde devrim yaratan bir kompozisyon olarak efsanevi bir ün kazandı.
Picasso'nun Georges Braque'la tanışmasının etkisi ise çok daha büyük olacaktı. Paris'e sanat öğrencisi olarak gelen Braque, daha önce usta bir badanacının yanında çıraklık yapmış, boyaların özelliklerini çok iyi öğrenmişti. Önceleri Matisse'in takipçisiydi, ama Picasso'yla tanışınca iki ressam birkaç yıl boyunca işbirliği yaptı. Sonuçta resme yepyeni bir yaklaşım getirdiler: Kübizm. İlk kübist tablolar eleştirmenlerce yanlış anlaşıldı; ressamların kompozisyonlarında formları ele alırken, her şeyden önce geometriyi kullandıklarını düşünen eleştirmenlerden biri, bu yüzden Braque'ın 1908 yılında yaptığı manzaraları "garip, küçük küpler" diye tanımladı. Ancak hem Braque, hem de Picasso'nun çıkış noktaları, matematiğin değil, resmin ilkeleriydi.
Şair Apollinaire, Picasso'nun kübizmindeki objeleri ve uzamı, ışık ile gölgeyi, hatta fırça darbelerini analitik olarak parçalama sürecini, bir cerrahın kadavrayı kesip biçmesine benzetmişti. Ama unutmamak gerekir ki, Picasso ile Braque objeleri simgelere indirgemek konusunda ne kadar ileri gitse de, bütünüyle saf soyutlamayı tercih etmemiş, gerçekliği betimleme amaçlarından vazgeçmemişlerdi. Farklı bakış açıları, farklı eksenler ve farklı ışık kaynakları gibi tutarsızlıkların aynı anda ortaya çıkabileceğini, aynı şekilde, soyut simgelerin ve temsili öğelerin -örneğin gazete başlıkları- bir arada varolabileceğini kabul ediyorlardı. 1912'ye gelindiğinde, sanatçılar artık natürmortlara tahta ya da gazete resmi eklemek yerine, çizimlerine gerçek kâğıtlar yapıştırıyor ya da raptediyor (papier collé), gerçek bir doku elde etmek için boyalarına birtakım maddeler (örneğin kum) katıyor, böylece kübist yapıtların kendi kendini içeren, inşa edilmiş birer nesne oldukları kavramını bir adım ileri götürüyorlardı.
Birinci Dünya Savaşı Paris'te yaşamı tamamen değiştirmişti. Toplumsal ve siyasi yapılar altüst oluyor, kültür yaşamı her düzeyde sekteye uğruyordu. Savaştan önce maceranın yanı sıra toplumsal ve sanatsal özgürlük arayışıyla Paris'e gelen sanatçılar ile yazarlar için artık bohem hayat sona ermişti. Birçok arkadaşı cepheye giderken, Picasso Fransa'da kalmaya karar verdi (vatandaşı olduğu İspanya tarafsız statüde olduğu için askerlik zorunluluğu yoktu). Bazı kompozisyonları kişisel durumunu ve savaş dönemi Parisinin genel atmosferini yansıtsa da, sanatı gelişmeye devam etti.
Picasso'nun edindiği yeni arkadaşlar arasında müzisyen Eric Satie ve şair Jean Cocteau da vardı. Cocteau bir süredir sirk temalı bir bale hazırlamayı düşünüyordu. Nihayet, gerçekleştirilmesi için fikir birliğine varılan Parade için Satie müzikleri hazırlayacak, Picasso sahne ve kostüm tasarımlarını yapacak, koreografiyi ise dansçı Leonide Massine üstlenecekti. Picasso ve Cocteau prodüksiyon üzerinde çalışmak için o sıralar İtalya'da turnede olan ve baleyi sahneleyecek olan Serge Diaghilev'in Ballets Russes kumpanyasına katılmak üzere 1917 yılının baharında Roma'ya gitti.
Yazlarını Paris'ten uzakta geçirmenin dışında Picasso yolculuk etmeyi pek sevmezdi. Yine de, seyahate çıktığında, edindiği tecrübelerden yararlanmayı bildi. 1917'deki yolculuğu, ömrü boyunca İtalya'ya yapacağı topu topu iki ziyaretten biriydi, ama Roma, Napoli ve Floransa'nın sanat ve mimarisinin etkileri yıllar boyunca sanatçının çalışmalarında hissedilecekti. Bu dönemin hem kübist, hem klasik tarzdaki kompozisyonlarına getirdiği anıtsallık, Roma kentinin muazzam ölçülerine ve İtalyan heykel sanatına bir yanıt olarak görülebilir. Ayrıca, Pompeii sanatındaki duvar resimleri ve erotik heykellerin de kalıcı etkisi olacaktı. Picasso, Rus dansçılar arasında ertesi sene ilk karısı olacak olan kızıl saçlı Olga Khokhlova'yı keşfetmişti.
Düzene Davet
Avrupa'da savaş sonrası hava, bir önceki dönemin iyimser ve özgürlükçü yaklaşımından çok farklıydı. Sanatçılar arasında bile bir uçurum oluşmuştu: Bir yanda sanatta klasik modellere ve değerlere dönülerek, savaş sonrasının yeni toplumsal düzenine uyulması gereğine inananlar vardı; diğer yanda ise çalışmalarında yıkıcı ya da sanatsallık karşıtı öğeler kullanarak, toplumsal ve kültürel yapıların çözülmesine tepki gösteren gayri memnun sanatçılar bulunuyordu. Ancak her iki grup da, birbirinden çok farklı amaçları olmasına rağmen, Picasso'nun çalışmalarının bazı yönlerini kendilerine yakın buluyordu.
Picasso'nun savaş sonrası çalışmalarını içeren sergileri, hem sanatçı dostlarının, hem de eleştirmenlerin kafasını karıştırmıştı. Kübizme sırt çevirdiğine, klasisizme döndüğünü sanıyorlardı. Sergilenen çalışmalar arasında, hem yapı ve renk açısından radikal biçimde basitleştirilmiş kübist natürmortlar, hem de figüratif kompozisyonlar vardı. Ne var ki, Picasso klasisizm uğruna kübizmi bırakmamıştı. Daha önce de gördüğümüz gibi, her iki yaklaşım da bir arada varolabiliyor, hatta biri diğerini besleyebiliyordu.
1920'lerin başlarında Picasso karısını ve küçük oğlu Paolo'yu betimleyen anıtsal, ama bir o kadar da hacimsel çizim ve yağlıboyalar yapıyordu. Heykel gibi ele alınışları ve antikçağ sanatını hatırlatan figürleri yüzünden "klasikçi" olarak da yorumlanan bu çalışmalar, sanatçının eski ustaların tablolarından; anıtsal İtalyan sanatından ve on altıncı yüzyıl maniyerist ressam ve heykeltıraşlarından esinlendiğini gösterir.
Gerçeküstücülük
Gerçeküstücülük 1924'te André Breton'un önderliğinde bir edebiyat akımı olarak başlamıştı. Sigmund Freud'un psikoanalizine büyük hayranlık duyan gerçeküstücüler, insan deneyiminin erotik ve bastırılmış yönlerini serbest bırakmak istiyor, bu amaçla insan zihninin bilinçaltındaki yönlerini açığa çıkarmanın bir yolu olarak düşünmeksizin, adeta otomatik yapılan şeyleri teşvik ediyorlardı. Kübizm onlara özellikle çekici geliyordu, çünkü kübist sanat yapıtlarında öğelerin beklenmedik biçimlerde yan yana getirilişi ya da formların muğlaklığı, çifte anlam taşımaları, aynı zamanda cinsellikle ilgili olarak, kabus ya da rüya şeklinde de yorumlanabilirdi.
Breton, Picasso'nun sanatını her zaman desteklemişti, ama Picasso hiçbir zaman resmî bir biçimde gerçeküstücü akıma katılmayı düşünmedi. Yine de, gerçeküstücülerin kitaplarına illüstrasyonlarla katkıda bulunmaktan memnundu. Picasso'nun yapıtlarının fotoğrafları da gerçeküstücülerin dergilerinde sık sık yayımlanıyordu. Düşsel imgeler yaratmak üzere yola çıkmasa da, Picasso'nun tabloları ve çizimleri, 1925'ten itibaren formla ifade yollarını araştırdığını gösterir. Bedenin çeşitli bölümlerinin orantısızlığı düşüncesini zaten erken dönem çalışmalarında geliştirmiştir, daha sonra biçimleri bozarak bu düşünceyi güçlendirir ve tablolarındaki renkler ile gerçek yüzeyleri şaşırtıcı bir etki yaratmak üzere kullanır. Picasso'nun ifadeleri zaman zaman doğrudan gerçeküstücü de olmuştu. Örneğin 1933'te yaptığı ve sanatçı ile modelini betimleyen bir gravürde, saçları çiçeklerle örülü model, bir sandalye, yastık, çizme (sandalye ayaklarının yanısıra), insan kolları ve içinden saç çıkan bir top ile bloklardan oluşan tuhaf bir baştan mamul oturan bir kadını düşünmektedir.
Marie-Thérèse, Heykel ve Baskı
1920'lerin sonları ve 1930'larda Picasso'nun eserlerinde hayatındaki yeni bir kadının görüntüleri belirmeye başlar. Genç Marie-Thérèse Walter'ın kısa sarı saçları ve Picasso'nun şevkle resmettiği dolgun vücudunun formları, uyurken betimlendiği Siesta gibi eserlerde açıkça bellidir.
Picasso, ancak ölümünden sonra yirminci yüzyılın en önemli ve etkili heykeltıraşlarından biri olarak ün kazanır. Oysa ömrü boyunca üç boyutlu işler yapmış, figürler yoğurmuş, birleştirmeler yapmış, alçı ve seramikle uğraşmış, kaynaklı demir ve kesme metallerden heykeller yapmıştır. Sanatçı, 1930'da Paris'in kuzeybatısındaki Château de Boisgeloup'da bir heykel atölyesi kurmuş ve ağaçtan oyma figürler yapmaya başlamıştır. Çok geçmeden büyük ölçekli alçı başlara dönmüş, sonra bunlar bronz olarak dökülmüştür.
Picasso 1930'larda bazı baskı projeleri üzerinde de çalıştı. Bu tekniği seviyor, özellikle aside yedirme baskıları öteki geleneksel oymabaskı teknikleriyle karıştırıyor, deneyler yapıyordu. İsviçreli yayıncı Albert Skira için yaptığı, Ovid'in Metamorfozlar'ını ele alan illüstrasyonlar 1931'de yayınlandı. Aynı yıl Ambroise Vollard da Picasso'nun bir dizi baskısını Balzac'ın Le Chef d'œuvre inconnu adlı kitabının özel baskısını resimlemek için kullandı. Ardından yüz adet oymabaskı siparişi geldi, bunların çoğunun konusu "stüdyosunda çalışan heykeltıraş"tı ve 1939'da Suite Vollard adıyla yayımlandılar.
İspanya İç Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı
1930'ların başında, Picasso'nun memleketi İspanya'da bir diktatör devrildi, Kral XIII. Alfonso tahttan çekildi ve bir cumhuriyet kuruldu. Ancak bu gelişmelere karşı olanlar güçlüydü ve eski diktatörün oğlu José Antonio Primo de Rivera'nın önderliğindeki sağcı İspanyol Falanj partisi taraftar sayısını artırdı. Cumhuriyetçilere karşı yürüttükleri muhalefet, 1936'da iç savaşın patlamasına neden oldu. Picasso siyasi bir eylemci değildi, ama İspanya İç Savaşı'nda cumhuriyetçilerden yana olduğunu da açıkça ilan etti. Gerçi Fransa'da oturuyordu, ama yine de cumhuriyetçiler 1936'da ona Prado Müzesi Müdürü unvanını verdiler, o da savaşı kazanan Milliyetçiler iktidarda bulunduğu müddetçe bu unvanı gururla taşımakta ısrar etti. Cumhuriyetçilere destek olan resimlerinin en önemlisi, Alman uçaklarının Mayıs 1937'de bombaladığı Bask başkentinden esinlenen, duvar resmi büyüklüğündeki Guernica'dır. Bu çalışma, o yıl yaz aylarında düzenlenen Paris Dünya Fuarı'ndaki İspanya pavyonunda yer aldı.
İç Savaş 1939'da sona erdiğinde, Picasso artık siyasî bir sürgündü. Üstelik cumhuriyetçilerin safında yer aldığı için, 1940'ta Almanlar Fransa'yı işgal ettiğinde, zor durumda kaldı. Fransa kimsenin ummadığı kadar çabuk düşmüştü, bu yüzden hem birçok Fransız, hem de yabancılar kaçmak üzere limanlara akın etmişti. Picasso 1939 Eylülünde yeni sevgilisi Dora Maar ile birlikte Atlas okyanusu kıyısındaki Royan'a gitti. Dora ile Picasso 1940 yazının sonlarında işgal altındaki Paris'e döndüklerinde, sanatçının arkadaş çevresi ile gündelik yaşam ve çalışma koşulları bir kez daha değişecekti.
İşgal döneminde sanatçı, Grands Augustins sokağındaki büyük atölyesinde kaldı. Tehlikeye rağmen kapısı daima, İspanyol olsun olmasın, mültecilere açıktı. Bunlardan birçoğu dönem dönem atölyede kalacaktı. Artık Picasso neredeyse atölyesinden çıkmadan çalışıyordu. Bu dönemin kasvetli iç mekân tabloları, biçimi şiddetle çarpıtılmış çıplaklar, Dora'dan esinlenmiş oturan kadınların kafatasına benzeyen başları, savaşın sıkıntılı atmosferini ve yoksunluklarını ifade eder. Paris'in 1944'te kurtuluşundan sonra, Picasso bu yapıtlarını o yıl Salon d'Automne'da sergileyerek, Fransızları irkiltmişti. Komünist Parti'ye girme kararını açıklaması da, galerilerde sanatçıya karşı gösteriler yapılmasına yol açtı. 1946'da altmış beş yaşına giren Picasso'nun sanat alanındaki asıl güdüsü siyaset değildi. Komünistlerin safında yer almasının nedeni, özellikle de vatanı İspanya'daki Faşizme olan muhalefeti ve savaştan sonra toplumun iyiye doğru gideceğine olan inancıydı.
Akdeniz'e Dönüş
Picasso'nun taşbaskı ve seramik dahil çeşitli tekniklerle çalışmaya yeni bir coşkuyla yaklaşmasına neden, savaşın ardından yıllar sonra taşındığı Akdeniz kıyılarında kendini bir sanatçı olarak yeniden doğmuş hissetmesiydi. 1947'den itibaren Vallauris'deki Madoura seramik imalathanesindeki ustalarla çalışmaktan büyük zevk almıştı. Picasso özgürce seramik çalışıyor, bezeme ile form, iki ilâ üç boyut, ve antik sanatla doğrudan bağlantı sağlayan konular ile malzeme arasındaki ilişkiler konusunda denemeler yapıyordu.
Picasso'nun savaş sonrası yıllarda çeşitli tekniklerdeki sayısız çalışması, ressam Françoise Gilot ve onunla olan birlikteliğinden dünyaya gelen iki çocuğunda bulduğu aile mutluluğunu da yansıtır. Vakitlerinin çoğu, Picasso'nun birçok heykel yaptığı Vallauris'de geçer. Fırınlanmış bazı parçalar dahil çeşitli "buluntu" objeleri, hurda metal parçalarını, hatta çocuklarının oyuncaklarını kullanarak natürmortlar, figürler ve hayvan heykelleri yarattı.
L'Epoque Jacqueline ve Son Yapıtlar
Picasso, 1955'te satın aldığı Cannes'a tepeden bakan büyük La Californie villasında resim, baskı, heykel ve seramik atölyelerini kurdu. Beslemeye bayıldığı keçi, köpek, kedi ve güvercinlerin stüdyo ve bahçede diledikleri gibi koşmalarına izin veriyor, böylece bu hayvanlar resmedilmiş ya da heykelleri yapılmış öteki benlikleriyle bir arada oluyorlardı. Sanatçı artık yetmişli yaşlarındaydı ve gerçekten çok meşhur olmuştu,. Jacqueline Roque'la birlikte La Californie'de fotoğrafçılar, galericiler, yardım isteyenler ve elbette dostlarından oluşan ziyaretçileri ağırlardı. Ama çalışma vakti geldiğinde stüdyosuna kaçar, günlerce, haftalarca yalnız başına çalışır, Jacqueline'den başka kimseyi görmezdi. Jacqueline'le 1961'de evlendiler ve o yıl Mougins'deki, ressamın yaşamının son on yılında ağırlıklı olarak eşini çeşitli tekniklerde betimleyeceği Notre-Dame-de-Vie'ye taşındılar.
Ömrünün sonuna doğru Picasso, kendi dünyasının dramlarını ve gizemlerini oynasınlar diye, yine kendi yaşamı ve yapıtlarından seçtiği bazı oyuncuları bir araya getirmişti. Bunlar, son yıllarında enerjisinin büyük bölümünü adadığı çizim ve baskı dizilerinde teker teker ortaya çıkıyordu. Bu tiyatro kumpanyasında eski dostları ve sevgilileri ile edebiyat ve sanattan derlediği figürler vardı. Picasso, kendi edebiyatını yaratmaya bayılır, çizerken öykülerinin nereye varacağını asla önceden kestiremezdi. Mougins'deki eski bir ekmek fırınında matbaa kuran baskı ustaları Aldo ve Piero Crommelynck'le yaptığı işbirliği sonucunda ortaya çıkan baskı yapıtlar, yaratıcısının yaşına meydan okuyordu. 1968'de sadece altı haftada ürettiği 347 oymabaskılık dizinin odağında İspanyol karakterleri vardı. Esas olarak stüdyosundaki sanatçı temasına odaklanan 156 oymabaskılık bir başka dizi, 1971-72'de Picasso doksan yaşındayken üretilmişti.
Picasso'nun son tablolarında, sanki sanatçı yaşamak için sanat yapmaya devam etmek ihtiyacındaymış gibi bir telaş hissi vardır. Bazıları çok büyük olan çeşitli boyutlarda tablolar üzerinde çalışmış, her biri bittiğinde üzerlerine sayı ve tarih atmıştı. Aynı gün bir kompozisyonun üç ya da dört versiyonunu yaptığı oluyordu. Bunlar arasından 201 tabloyu Avignon'da sergilenmek üzere seçen sanatçı, serginin açılışından sadece birkaç hafta önce öldü. Sergi kalabalık bir kitle tarafından ziyaret edilmişti. Eleştirmenlerin tepkisi ise düşmanca olmasa da ihtiyatlıydı. Varılan hükümlerden biri: "Ölümü bekleyen yaşlı bir çılgının tutarsız karalamaları" diyordu. Oysa dönüp baktığımızda, Picasso'nun son çalışmalarındaki özgürce yaklaşımın 1960'ların sanatındaki en son gelişmelerle birçok ortak paydası olduğunu görürüz. Gerçekten de, bütün bir yaşam boyu neredeyse hiç durmadan sanat yaparak, Picasso çocukluk rüyasını gerçekleştirmişti. Başarıları hakkında hüküm vermeyi ise ardında kalanlara bıraktı: "Başkaları kendi yaşam öykülerini yazar, ben resim yaparım. Bitmiş olsa da olmasa da tablolarım günlüğümün sayfalarıdır, böyle oldukları için değerlidirler. Gelecek, tercih ettiği sayfaları seçecektir. Seçmek bana düşmez." (Picasso'dan aktaran Edward Quinn, The Private Picasso, 1987)
Kaynak: Sabancı Müzesi
|