Türk Mühendis ve
Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB) 27 - 30 Mayıs 2010 tarihlerinde
Ankara’da gerçekleşen 41. Olağan Genel Kurulu sonuç bildirgesi
yayımlandı. Sonuç Bildirgesi, iş cinayetlerinde kaybedilen emekçilerin
anısına ithaf edildi. "Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘nin
41.Olağan Genel Kurulu küresel sermayenin dünyayı kasıp kavurduğu, yoksulluğun,
açlığın hızla yayıldığı, savaş ve saldırıların ara vermediği, kısaca
kapitalizmin bütün kurallarının, yöntemlerinin devreye sokulduğu bir dönemde
yapılmaktadır" tespitleriyle başlayan bildirgenin tam
metni:
TMMOB 41. Olağan Genel Kurul Sonuç
Bildirgesi (27-30 Mayıs 2010 ANKARA)
Maden ocağının dibinde
ışık yok. Hava yok maden ocağının dibinde ...
Bir sen varsın maden
ocağının dibinde direnen" İş cinayetlerinde kaybettiğimiz emekçilerin
anısına...
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği‘nin 41.Olağan Genel
Kurulu küresel sermayenin dünyayı kasıp kavurduğu, yoksulluğun, açlığın hızla
yayıldığı, savaş ve saldırıların ara vermediği, kısaca kapitalizmin bütün
kurallarının, yöntemlerinin devreye sokulduğu bir dönemde yapılmaktadır.
Özellikle İkinci Paylaşım Savaşı‘ndan sonra dünya, iki kutuplu
yapısından 1990‘lı yıllarda sosyalist blokun çöküşü ile birlikte emperyalistler
lehine tek kutupluluğa dönüşmüştür. 1980‘li yıllarda yeni bir dünya düzeni
oluşturmak için harekete geçen emperyalist kapitalist sistem neo-liberal
politikalarını son yıllarda çok hızlı bir biçimde dünyanın her yerinde hayata
geçirmiştir. Dünyada Reagan/Thatcher dönemi olarak anılan bu sürecin bizdeki
yansıması ise 24 Ocak kararları ve 12 Eylül askeri faşizmi olarak karşımıza
çıkmıştır. Bugün ise yeni güçlü kutupların oluştuğu, her sorunun yeni
pazarlıklara konu olduğu, uluslararası boyut kazanabilecek bölgesel gerilimlerin
yaşandığı, kapitalist dünya ekonomisinin yayılmacı karakterine uygun çelişki ve
çatışmalı yeni bir dönem sürmektedir.
Dünyamıza, küresel çıkar
politikalarının neden olduğu savaşlar, işgaller, katliamlar, soykırımlar, daha
yoğun sömürü, işsizlik, açlık, yoksulluk ve yolsuzluk düzeni damgasını
vurmuştur. Başını ABD‘nin çektiği emperyalizm hiçbir ulusal kural, düzenleme ve
sınırlama ile karşılaşmayacağı küresel bir sömürü ortamı yaratmak için dünyayı
yeniden şekillendirmektedir. 11 Eylül; emperyalistlerin, ekonomik yayılmacılığı
askeri işgallerle daha da derinleştireceği yönündeki tercihlerini açığa
çıkartmıştır.
Küresel sermaye serbest dolaşımla dünya ölçeğinde
demokrasilerin gelişeceğini ileri sürmektedir. Ancak dünya konjonktüründe
emperyalist çıkarlar doğrultusunda ortaya çıkan işgallerin, savaşların ve
yaratılan diktatörlüklerin bu savı çürüttüğünü açıkça görmekteyiz. Gelişmekte
olan ülkelerin gerek ekonomik yapılarını gerekse siyasal yapılarını hegemonyası
altına almaya çalışan küresel sermaye, sözcüleri IMF ve Dünya Bankası gibi
kurumların aracılığı ile bu ülkelere kendi programlarını ve krizlerini aşmak
için baskı ve sömürü politikalarını dayatmaktadır.
2008 yılının son
çeyreğinde dünyada başlayan ve derinlemesine süren dünya ekonomik krizi
kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa‘yı da
kasıp kavuran, Yunanistan‘la gün yüzüne çıkan ekonomik kriz bize de
yansımaktadır. Dünya kapitalizminin belirli aralıklarla yaşamış olduğu kriz,
ülkemiz için kronikleşmiş ve yaşamımızın bir parçası olmuştur. Kriz tüm emekçi
kesimleri işsizleştirip, yoksullaştırdığı gibi biz mühendis, mimar ve şehir
plancılarını da işsizleştirmiş veya çalışan yoksullar haline getirmiştir.
Kapitalizm, tarihinin en büyük bunalımlarından birisini yaşarken, şunu
açıkça tespit etmek gerekiyor: "Krizler kapitalizme içkindir. Teknik bir sorun,
arızi bir durum olarak sunulmaya çalışılsa da, bu kriz de, daha öncekiler gibi,
kapitalizmin işleyiş yasalarından kaynaklanmaktadır."
Teknolojik
yenilikler, emek sömürüsünün arttırılması, esnek üretim modeline geçiş, savaş
gibi yöntemler, kapitalizmin son otuz yıldır, ekonomiyi büyütmeye ve sermayenin
karını maksimize etmeye dönük politikaları olarak hayata geçirildi. Bütün bu
yolların tıkandığı noktada bugünkü yapısal krizle karşılaşıldı.
Ekonomik
alandaki kriz, kapitalizmin yarattığı her anlamdaki eşitsizlikleri ve
adaletsizlikleri derinleştirmektedir. Bu kriz salt iktisadi değil sosyal ve
siyasal anlamda da bir buhranın kapısını aralamakta, aynı zamanda yaşadığımız bu
karanlık çağın değişebileceğine dair iyimserliğin ve umutların da kapısını daha
güçlü bir biçimde aralamaktadır.
Dünyadaki bu değişim, kuşkusuz
Türkiye‘nin geleceğinde de belirleyici olacaktır. 12 Eylül sonrası emperyalizmin
yeni sömürü politikalarına göre şekillenmiş, küresel kapitalist sistemle
bütünlenmiş olan bugünkü ekonomik ve sosyal yapılanma; içinde barındırdığı
sorunlarla birlikte yeni sorunlar yaşamaya başlayacaktır.
AKP, ‘Kriz
bizi teğet geçecek‘ dese de ardı ardına yapılan zamlar, işten çıkarmalar ve IMF
ile yeni bir stand-by anlaşmasının gündeme gelmesi, sermaye çevrelerinin krizi
aşma gayretlerinin yönünü de göstermektedir.
Türkiye‘de egemen sınıflar
ve onların taşeronu AKP Hükümeti, kapitalist küreselleşme ve neo-liberal
politikalar ekseninde, her alanda özelleştirme, buna bağlı olarak
örgütsüzleştirme, kuralsızlaştırma ve ticarileştirme ile dışa bağımlı yapıyı
pekiştirmiştir.
Bu noktada istihdam verileri büyük olumsuzluklar
taşımaktadır. İşsizlik oranı, tarımdan koparılan milyonların da etkisiyle, gayri
resmi rakamlara göre %20‘leri aşmıştır. Özellikle sanayi yatırımları çok sınırlı
kaldığından yeni istihdam alanları açılamamaktadır. Verimlilik artışı senaryosu
ile işgücü sömürüsü katmerleşmiştir. İşsizlik kronik bir sorun haline gelmiştir.
Üyelerimiz de bu girdabın içinde mesleki, ekonomik, sosyal tatminsizlikler ile
karşı karşıyadır.
2009‘da ekonominin yüzde 4,7 oranında küçüldüğü
ülkemizde yeni büyüme oyunlarının sıcak para ve yüksek ithalat bağımlılığına
bağlı olduğu gerçeğinin üzeri örtülmek istenmektedir. Gerçek göstergeler olan
işsizlik ve çalışan kesimlerin yoksulluğu ise göz ardı edilmektedir.
Diğer yandan Gayri Safi Milli Hasıla‘dan emekçilerin aldığı pay giderek
düşmektedir. Emekçilerin 2006 yılında GSMH‘dan aldığı pay yüzde 35 iken
günümüzde yüzde 17‘lere kadar düşmüştür. Düşük ücretlerin ve işsizliğin
yarattığı yoksulluk ve açlık toplumda insan onurunu ayaklar altına alacak
boyutlara ulaşmıştır.
Üretimden, sanayileşmeden ve istihdamdan uzak bir
büyüme, ancak dış kaynakların ülkemize daha fazla kâr elde etmek için gelmesi
ile mümkün olabilir. Borsaya, devlet kâğıtlarına ve hizmet sektörlerine
gelen sıcak para ve doğrudan yabancı sermaye, gerçekte üretim ve ihracatın fason
üretime dayalı olmasını koşullamakta ve dış borç yükünü arttırmaktadır.
AKP iktidarı, Türkiye ekonomisinin krizden etkilenmediğini, büyümeye
başladığını söylüyor. Gerçekler emekçi halktan gizleniyor ve başarısızlıklarını
gizlemek için rakamlar cilalanıyor. Mali oligarşinin, Türkiye ekonomisini
spekülatif rakam oyunları ile şişirdiği aşikardır.
Ekonomiyi saran bu
finansallaşma dünyada da korkunç boyutlardadır. Dayatılan serbestleşme,
finansallaşma politikalarıyla birlikte reel sektörde kullanılan her 1 dolara
karşılık dünya finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi
gerçekleşmektedir. 1970‘lerde günde yaklaşık 190 milyar dolar hacmi olan döviz
piyasası işlemlerinin 2008-2009‘da 1,8 trilyon dolara ulaşmış olduğu, bu rakamın
dünya ticaret hacminin 70 misline ulaştığı bilinen bir gerçektir. Kapitalizmin
insanlığa dayattığı, finansal hareket şişkinliği ile oluşan bir balon ve
halklara yönelik bağımlılık ve sömürü zinciridir.
Liberal uygulamaların
bir parçası olan iş ve sağlık yasalarıyla çalışanların hakları budanmakta,
halkımızın sağlığı piyasa koşullarının insafına terk edilmektedir. TEKEL
örneğinde bütün çıplaklığıyla görülen 4/C v.b. uygulamalar sonucu özel sektörde
de doruğa çıkmış olan güvencesiz istihdam biçimleri ile işsizlik ve çalışan
yoksulların sayısı hızla artmaktadır. Egemen ekonomik politikaların
belirleyicileri, ülkemizi ucuz iş gücü deposu olarak görmekte, emekçilerin
her türlü sağlıksız ve güvenliksiz koşullarda çalıştırılmasına yol açmaktadır.
Bu koşullarda çalışılan iş yerlerinde pek çok iş cinayeti de meydana
gelmektedir.
Sermayenin sınırsız sömürüsü ülkemizi işçiler için bir
cehenneme ve mezarlığa çeviriyor. Bursa‘da, Balıkesir‘de ve son olarak
Zonguldak‘ta madenlerde işçiler katledilirken, ölüm yoksulların kaderi olarak
sunuluyor. AKP iktidarı ise işsizliğe çözüm olarak esnek çalışmanın
yaygınlaştırılmasını sunuyor. Tamamen güvencesiz hale getirilen çalışma hayatı,
taşeronlaşma ve esnek çalışmayla dün Tuzla‘da işlenen cinayetler bugün
madenlerde sürdürülmektedir.
Özellikle 80‘li yılların başından itibaren
uygulamaya konulan özelleştirme, taşeronlaşma, rödovans vb gibi yanlış
uygulamalar; diğer alanlarda olduğu gibi kamu madenciliğini küçültmüş, kamu
kurum ve kuruluşlarında uzun yıllar sonucu elde edilmiş olan madencilik bilgi ve
deneyim birikimini dağıtmıştır. Yoğun birikim ve deneyime sahip olan kurum ve
kuruluşlar yerine üretimin, teknik ve alt yapı olarak yetersiz, deneyim ve
uzmanlaşmanın olmadığı kişi ve şirketlere bırakılması, buna ek olarak kamusal
denetimin de yeterli ve etkin bir biçimde yapılamaması iş kazalarının cinayete
dönmesine neden olmaktadır.
AKP Hükümeti‘nin enerji politikaları iflas
etmiştir; 8 yıllık iktidarı boyunca Türkiye‘nin enerji bağımlılığında değişim
olmadığı gibi nükleer santral macerasıyla Türkiye, güçler savaşında bir piyon
konumuna sokulmaktadır. Hükümet imzaladığı nükleer anlaşmaların içeriğini kendi
halkından gizleyecek kadar antidemokratik bir biçimde ülkemizi nükleer bir
maceraya sürüklemektedir.
Yıllardır izlenen yanlış enerji politikaları
sonucunda ülkemiz enerji konusunda tamamen dışa bağımlı bir hale getirilirken
enerji ihtiyacını karşılamak adına plansız ve yanlış yer seçimleriyle hayata
geçirilmeye çalışılan termik santral ve hidroelektrik santraller, kurulmak
istenilen yörelerde yaşanacak ekolojik ve kültürel yıkımın habercisi haline
gelmektedir.
Dünyada eşi ve benzeri olmayan en az 12.000 yıllık
tarihi olan antik Hasankeyf‘in ekolojik, kültürel-tarihi zenginliği ve baraj
gölü alanında kalacak 300 civarında höyük, 2.000 civarında mağarayı korumak ve
baraj yapımından dolayı zarar görecek resmi rakamlara göre 55.000‘den fazla
insanın kültürel, sosyal ve ekonomik hakları dikkate alınmamaktadır. Geçmişte ve
bugün ülkemizde kısa ömürlü barajlar için Zeugma‘da, Allianoi‘de yapılan kültür
katliamlarının benzeri Hasankeyf‘te; çevre ve doğa katliamları da Munzur‘da,
Fırtına Vadisi‘nde yapılmak istenmektedir. Unutmamak gerekir ki enerji
üretiminde alternatifler geliştirilebilir, ancak tarihi-kültürel ve doğal
değerlerimizin alternatifi yoktur.
Diğer yandan emperyalizm, AKP eliyle
ülkemizin zaten sorunlu olan demokrasisini daha fazla vesayet altına almaktadır.
Bu anlayışın siyasi, sosyal yaşamdaki tezahürlerine, emek-meslek örgütleri
üzerinde kuşatma; üniversiteler, bilim kurumları ve yargı üzerindeki güç
mücadelesi ile anayasa referandumu gibi konularda sık sık rastlanmaktadır.
Ülkemizde ekonomik düzelme, refah, sosyal adalet, hakça paylaşım ve
özgürlüklerin esas alındığı bir siyasal mücadele yerine statükocu, bürokratik
iktidar sahiplerinin çatışmacı, darbeci, vesayetçi siyaset tarzı ile
uluslararası sermayeye eklemlenen muhafazakar liberallerin, neo-osmanlı siyaset
tarzı arasındaki mücadelesi şeklinde topluma dayatılmaktadır.
Önce "Kürt
Açılımı" denen daha sonra sırasıyla "Demokratik Açılım", "Milli Birlik ve
Beraberlik Projesi" ve en son "Devlet Projesi" adını alarak gerçek kimliğini
gösteren uygulamalar, ABD‘nin bölgesel emperyalist politikalarının AKP eliyle
hayata geçirilmesidir. Demokratikleşme ile bir alakası olmayan bu sürecin
antidemokratik sonuçları itibari ile bir yanılsamadan ibaret olduğu yaşanarak
görülmüştür.
Giderek daha baskıcı/otoriter uygulamaları hayata geçiren,
toplumsal alanı dinsel gericilikle kuşatan bir iktidardan demokrasiyi
geliştirmesi elbette beklenemez. AKP Kürt sorununu da diğer sorunlar da olduğu
gibi, kendi renginden bir ülke yaratma uğraşısı çerçevesinde ele almaktadır.
AKP‘nin geliştirdiği bölgenin emperyalizmin çıkarları doğrultusunda
düzenlenmesi ve ‘ılımlı İslamcılık‘ içerisinde ümmetçi temelde bir arada olma
politikaları bugünkü karanlığın katmerlenmesi ve geleceğimizin teslim
alınmasından başka bir anlama gelmeyecektir.
AKP iktidarının
açılım dediği şeyin boyun eğdirmekten başka bir şey olmadığı görülmüştür.
Sulukule‘den sürülen Romanlarla "Roman Açılımı", Alevisiz Alevi çalıştaylarıyla
"Alevi açılımı", Kürtsüz Kürt sorunu çözümlerinin ülkeyi getirdiği yer,
baskılar, eşitsizlikler, tutuklamalardır. Barış ve kardeşliği savunanların
silahlara ve ölümlere karşı yaşamı savunmak için daha fazla mücadele etmesi
gerekmektedir.
Türkiye‘nin en önemli sorunu olan Kürt sorunu bütün
yakıcılığıyla gündemdeki yerini korumaktadır. Kürt sorununun bugüne kadar
çözülememiş olması ülkemizde çok ciddi ve derin tahribatlar yaratmıştır.
Ekonomisi zayıf olan Türkiye‘nin yüz milyarlarca dolar kaynağı çatışmalı sürece
aktarılmıştır. Binlerce köy boşaltılmış, milyonlarca insan yerinden-yurdundan ve
dolayısıyla üretimden koparılarak şehirlerin varoşlarında açlık ve sefaletle
karşı karşıya bırakılmıştır. Bunun yanında, kırk binden fazla insanımızın
yaşamına mal olan bu çözümsüzlük sürecinde, gençlerimizin yaşamlarını yitirmeye
devam ediyor olması, hepimizin yüreklerinde derin yaralar açmaktadır.
Kürt sorunundan kaynaklı çatışmalar ülkemizin ekonomik kaynaklarını
tükettiği gibi, halklar arasında kardeşlik duygularını da zedelemektedir.
Çatışma ortamının yarattığı gerilimle toplum kamplaşmaya itilmekte, çatışmada
ölenlerin cenazeleri gösteriye dönüştürülerek, ölümler üzerinden siyaset
yapılmaktadır. AKP siyasi iktidarının demokratik açılım paketi, bölgede 30 yıla
yakın yaşanan silahlı çatışmaları ve şiddeti bitiremediği gibi Kürt sorununu
çözebilecek bir yaklaşıma da sahip değildir. Bölgede siyasal, kültürel,
toplumsal ve ekonomik haklar sağlanmadan, sanayileşme, yatırım ve istihdam
yaratılmadan çözümün gelmesi zor görünmektedir. Sağduyunun ve barışın egemen
olması için gayretlerin sürdürülmesi gerekmektedir.
14 Nisan 2009
tarihinde başlayan ve 24 Aralık 2009 tarihinde gerçekleşen tutuklamalarla devam
eden operasyonlarda, halkın demokratik iradesiyle, çok yüksek oranlarda oy
alarak seçilmiş belediye başkanları, siyasetçiler, demokratik kitle örgütü
temsilcileri kelepçelenmiş, kelepçeli görüntüleri basınla paylaşılmış ve
akabinde tutuklanmışlardır. Operasyonlar kapsamında tutuklananların arasında,
çeşitli dönemlerde TMMOB içerisinde görev almış olan 9 üyemiz bulunmaktadır.
Tutuklananlar, aradan geçen 1 yılı aşkın süre içinde yargı karşısına
çıkarılmamıştır. Sorunun siyasi çözümünün tartışıldığı bir ortamda, 1500
siyasetçinin tutuklanması ise askeri çözüm arayışının son bulmadığının en açık
göstergesidir.
Ülkemiz, yukarıdan aşağıya bürokratik dönüşümler, aşağıdan
yukarıya cemaat-tarikat ağlarıyla kuşatılmaktadır. Siyasi iktidar, her geçen gün
anti demokratik öğeleri biraz daha kökleştirmektedir. Bu kapsamda son yıllarda
siyasal gündemlerin önemli bir başlığı, yapılmak istenen anayasa değişiklikleri
olmuştur. Süreç içerisinde anayasada birçok değişiklik yapılmıştır. Ancak bu
değişiklikler de 12 Eylül hukukunun ve karanlılığının ülkemiz üzerinden
kalkmasına olanak sağlamamıştır. Yapılacak değişiklikler de 12 Eylül
Anayasasının gerici faşist niteliğini değiştirmeyecektir.
Anayasa
değişiklikleri AKP iktidarının mutlaklaştırılması ve kamu varlıkları ve ülke
kaynaklarının pazarlanması ve satışının önündeki hukuki engellerin
kaldırılmasını amaçlamaktadır. Öncelikli olarak biz, "12 Eylül Anayasasına
hayır" derken, tuzağa düşmeksizin "Siyasal iktidarın çıkar ve hedefleri
doğrultusunda hazırlanan anayasa değişikliklerine de hayır" diyoruz.
Ülkemizde darbe-demokrasi ikilemi yaratılarak neo-liberal değişim
sürecinin üstü örtülmektedir. Sistemin yeni düzene uyum sağlayamayan eski
kalıntılarının tasfiye operasyonu, derin devlete, darbecilere karşı demokrasi
zaferi gibi gösterilmektedir. Oysa darbecilikle mücadele 12 Eylül sistemi ile
mücadeledir. Gericileşme, neo-liberal politikalar, küresel kapitalizmin güç
merkezlerinin güdümünde bir Türkiye, 12 Eylül düzeninin bir sonucudur. Bu
düzenle hesaplaşmadan darbecilikle, darbecilerle hesaplaşılamaz.
12 Eylül
Anayasasına da, onun bir devamı olan AKP anayasasına da "hayır" diyoruz.
Eşitlikçi, özgürlükçü bir anayasa ancak demokratik katılımın bütün kanalları
açılarak yapılabilir. Demokratik katılım olanaklarının önünü açmak üzere başta
yüzde onluk seçim barajı, siyasi partiler ve seçim yasaları olmak üzere toplumun
siyaset yapma olanaklarını engelleyen tüm yasaların değiştirilmesi için bugüne
kadar olduğu gibi bundan sonra da mücadele edeceğiz.
Yine meslek
alanlarımızı yakından ilgilendiren "Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun", "Demokles‘in kılıcı"
gibi başımızda sallanmakta ve serbestleştirmeler eşliğinde meslek alanlarımız
daraltılmak istenmektedir. Bu yasa ile Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
Kanunu‘nun 34 ve 35. maddeleri ile Mühendislik ve Mimarlık Hakkında Kanun‘un 1.
ve 7. maddelerinin uygulanması engellenerek, yabancı mühendislerden istenmesi
zorunlu olan denklik belgesi kaldırılmak; yabancı mühendis ve mimar istihdamında
Bayındırlık ve İskan Bakanlığı ile TMMOB‘nin görüş bildirmesi uygulamasına son
verilmek istenmektedir. AB, "hizmetlerin serbest dolaşımı" kapsamında ülkemiz
mühendis ve mimarlarına kendi ülkelerinde bu olanakları sunmaz iken, bu
tasarının yasalaşması halinde, AB vatandaşı mühendis ve mimarlar, ülkemiz
mühendis ve mimarlarından daha üstün bir konuma getirilecektir.
AKP
iktidarı, ilgisiz bir yasada yaptığı değişiklikle kamuoyunu atlatmıştır. "Amme
Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"a
eklenen bir madde ile Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkında Kanun‘un 12.
maddesi sessizce değiştirilmiş, TBMM gündeminde bekleyen "Yabancıların Çalışma
İzinleri Hakkında Kanun"un bazı hükümleri, gizlice Meclis‘ten geçirilmiştir.
Böylece yabancı mühendis, mimar ve şehir plancılarının akademik ve mesleki
yeterliliklerini kanıtlamalarına gerek kalmadan ülkemizde çalışmaları
sağlanmıştır.
AKP‘nin toplumsal yaşamı kuşatma projesinin bir parçası
olarak, meslek örgütleri üzerinde baskısı devam etmektedir. Cumhurbaşkanının,
seçilmesinin hemen ardından Devlet Denetleme Kurulu‘na yaptığı ilk
görevlendirmenin meslek örgütlerinin incelenmesi olması bu baskının önemli bir
göstergesidir.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu (DDK) tarafından
hazırlanan rapor, özü itibarı ile "siyasal iktidara bağlı meslek örgütleri
yaratılması"nı hedeflemektedir. AKP iktidarı eliyle kamuda yürütülen siyasal
kadrolaşma ve yandaş sermaye yaratma çabasının yanı sıra meslek örgütlerini ele
geçirme sürecinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. Ne yazık ki tarafsız bir konumda
olması gereken Cumhurbaşkanlığı makamı da DDK aracılığıyla AKP siyasetinin bir
parçası haline gelmiştir.
TMMOB üyeleri, kurumsal kimliğimize yönelik
her türden baskıya karşı duracak, Türkiye‘nin demokrasi mücadelesi içerisinde
emek ve meslek örgütleri ile birlikte yürümeye devam edecektir. TMMOB 41. Olağan
Genel Kurulu, ülkemizin emekten ve halktan yana güçlerinin kararlılığını,
mücadele azmini, birlik ve dayanışma bayrağını yükseltme iradesinin önemini bir
kez daha dile getirmektedir.
|