 | Cengiz Bektaş |
“Altını çizmek istiyorum ki; kaos akıllı insanlar için uyarıdır. Akıllı insanlar bu uyarıdan ders alırlar, ülkelerini ona göre planlarlar” diyor Cengiz Bektaş ve önlem alınmadığı takdirde, olası bir afet durumunda örneğin, gerçek anlamda bir kaosun yaşanacağını söylüyor.
Mimar Cengiz Bektaş ile kentlerin gelişimini, tek özelliği para olan kaos mimarisini ve yapılması gerekenleri konuştuk.
Kentlerin gelişiminden biraz bahsedebilir misiniz?
Dünya’daki ilk yerleşme Elazığ-Diyarbakır arasındaki Çayönü’dür. Çayönü küçüçük bir yerleşme… On bin- on bir bin yıl öncesinden… Daha “kent” kavramının oluşmadığı günlerden...
Sekiz- dokuz bin yıl önce, 5-10 bin kişinin oturduğu Çatalhöyük için ise, “kent” kavramına yakın bir yerleşme diyebiliriz. Bu kadar kişinin bir arada yaşamasına karşın kentte herhangi bir hiyerarşi yok. Karar oluşturanlar, varlıklılar, varsızlar, karar verenler, gerekli diye söylemiyorum, yönetici bir sınıf yok. 1500 yıl boyunca da hiçbir savaş izi bulunamıyor…
Din olgusuyla devlet olgusunun bir araya gelip kaynaşmış bir biçimde işleri yürüttükleri, kralın ayrıca din yetkilisi olduğu Hitit kentleri var. Aslında bildiğimiz pek çok kentin temeli Hitit’e dayanıyor. Bugüne dek bize yalnızca eskil (antik) kent diye tanıtılan, bugün bile Fransızca’da okunduğu gibi, gerçekten bilinçsizce “Truva” denen Troya’ nın adı Wiluşa, anlamı da “tahtadan kale”…Yakın bir geçmişte bu tahtadan yapılmış kalenin izleri de bulundu. Süreç içinde Wiluşa İluşa’ ya, İluşa İlion’a, İlion İyon’a, İyon da Yunan’a dönüşüyor. Ege’nin öbür yakası Hellen… Karşı yandakiler Anadolu’ya gelince Anadolu’daki kentleri, kent yaşamını görüyorlar. Elbette bu kentlerden etkileniyorlar. Bilimsel dilde de eğretilemeyle denildiği gibi izdivaçlar; yeni bir dizi gelişmeler oluyor.
İlk kez önceden tasarlanan kent de Anadolu’da: Priene kenti.
Kentte bütün evlerin konumları eşit. Hepsi güneşten eş yararlanıyorlar… Hepsinin sokak bağlantıları ve eğimle olan ilişkileri eşit.
Ama önemli olan, evin içi gibi kentin de tasarlanmış olması. Kentin iki limanını birbirine bağlayan ana cadde (omurgası), ona koşut caddeler ve ona dik sokaklar var. Agoraya göre okulun, hamamın, tiyatronun, senatonun nerede olacağı tasarlanmış.
Priene Kenti’nin tasarlanması fikri demokrasi fikrinden mi doğmuş?
Bu, bugün bile tartışma konusu. Önce demokrasi düşüncesi doğdu da ona göre mi kent tasarlandı, her ev eş koşullarda konumlandırıldı; yoksa, kent tasarımının böyle yapılmasından sonra mı demokrasi, eşitlik fikri doğdu, tartışılıyor.
Prienliler neden planlamaya ihtiyaç duymuşlar peki? Mevcut olan bir kaosu önleme çabası mı bu?
Priene kenti kurulmadan önce Priene’li yoktu ki… Kentin tasarlanmasını öneren kişi, Milet kenti meclisi üyesi Hipodomos, kaosu önlemek için planlı bir kent önerdi. Kentin koşulları böyle bir tasarı uygulamaya koymak zorunda bıraktı belki de…
Ama ne olursa olsun, böyle bir tasarlama çabası, kaosu önlemeye çalışmayı gösteren bir çaba…
Örneğin Milet’liler yaşadıkları bir takım doğal kıranlardan (afetlerden) sonra, Priene’yi örnek alarak kentlerini tasarlamaya, düzene sokmaya başlıyorlar. Sonra Akdeniz çevresindeki bütün kentler bu örneği uygulamaya çalışıyorlar. Kısacası Priene başka kentleri de etkilemiş.
Antik kentlerde bu çaba ile kaos önlenebilmiş belki ama, 21. yüzyılda kentlerimize hala kaos hakim...
Kaos iki biçimde oluşur. Birincisi, insanlar baştan düzen kurmamışlardır, ilkel yaşamı, kaosu sürdürürler, çünkü bundan çıkarlananlar vardır… İkincisi ise, insanların kurmuş oldukları düzenin, oturanların ölçüsüz artmasıyla yetmez olup, kaosa dönüşmesidir. İstanbul örneğinde olduğu gibi artık kentin ulaşım düzeni, tüm alt yapısı işlemez, insanları o kentte yaşayamaz duruma gelirler.
İstanbul’da geldiğimiz nokta kötü diyebilir miyiz?
İyi durumda değiliz. 15 dakikalık yola iki saatte gidemiyoruz. Bunun ekonomimizi nasıl etkilediğini bir düşünün… Bir bakıma hepimizin yaşamı kısalıyor…Düzenli bir toplum yaşamımız yok. Örneğin eski İstanbul’da insanlar nerde toplanacaklarını biliyorlardı… Örneğin cami yalnızca bir dinsel simge değildi. Orası bir anlamda sosyal merkezdi.
İstanbul’da Suriçi bile dolu değildi. Gelecek göz önüne alınarak, boş alanlar bırakılmıştı. Kentin üzerine kurulduğu alan kadar bir alan daha bırakılıp sur ondan sonra çekilmiş. Oysa şimdi o alan bir mahalle gibi kaldı büyük İstanbul’a oranla. Fakat gelinen noktanın umutsuz olduğunu söylemek de katılık olur.
Varolan kaos o kadar da kötü boyutlara gelmedi mi yani?
Pek çok insan kaosu içinden çıkılmaz bir durum olarak görür. Oysa kimi kez kaos gereklidir.
Kaos, içinde yeni düzenin ipuçlarını da barındırır. Akıllı insanlar kaos durumunun içinden, gelecek toplumun, gelecek yerleşme biçiminin, gelecek kentin, gelecek devletin ipuçlarını çıkarabilirler.
İstanbul’da gerçekleşecek büyük deprem söylemleri var. Olası büyük depremde İstanbulluların kendilerini kaos içinde bulmaları olası mı?
Gerçek kaos o zaman olacak işte. Birbirimizi yiyeceğiz. İstanbul’da yapıların yalnızca yüzde 10’u güvenli. Olası bir depremde minimum ölü sayısının 1 milyon olacağını söylüyorlar. Yalnızca 1 milyon ölünün bulunmasını, gömülmesini düşünün!
İnsanlar sanıyorlar ki binalar yıkılınca kaçacaklar, kurtulacaklar. Öyle bir şey olmayacak. Yollar tıkanacak, insanlar birbirlerini parçalayacaklar. Ne sağlık evlerine ulaşılabilecekler, ne de İstanbul’dan kaçabilecekler. En ilkel duruma düşeceğiz...
Çok kötü bir tablo...
Öyle ama, kafamızı değiştirmeksek yaşayacağımız bir tablo. Böyle sürerse olacağı bu… İnsanlar sokakla yapı arasındaki oranı tutturmamakta direniyorlarsa, kamudan açıkça çalıyorlarsa ve biz buna ses çıkarmıyorsak olacağı bu!
1999 depreminden sonra soruyorum insanlara: “Bu minare ne yana yıkılacak?” diye. Ancak o zaman bakıyor da minareye, düşünüyor, kendi üzerine yıkılabilir mi diye. Acaba minareler yıkılınca kaç evin üzerine devrilecekler?
Ama sorun şu: O minareler o denli yükseltilirken kimsenin “Siz ne yapıyorsunuz?” dememesi. Yüksek minarenin bir anlamı da yok ki. Sesin yayılması için artık yüksekliğe gerek yok değil mi? Ama bunlar insanların dinsel duygularını sömürmek için kullanılıyor.
Çizdiğiniz bu tabloyu yaşamamak için neler yapmalıyız?
Akıllıca ülkeyi yeni baştan planlamamız gerek. 1970”li yılların başında Birinci Fiziki Planlama Sempozyumu yapılmıştı. O sempozyumda örneğin Türkiye belli bölgelere ayrıldı. Her bölgeye belli işlevler biçildi. Örneğin, Marmara Bölgesi’nin varolan kaynaklara, güçlere bağlı olarak işleyim (endüstri) bölgesi mi yoksa para piyasası odağı mı olacağı konuşuldu. Buna göre, Marmara Bölgesi’ndeki kentlerin görevlerinin ne olacağı konuşuldu. İstanbul bir işleyim (endüstri) kenti mi, yoksa bir liman kenti mi, kültür kenti mi, piyasa mekanizmasının işlediği, para değiş tokuşunun yapıldığı bir kent mi, turizm kenti mi olacaktı… Bunlar taa o zamanlarda konuşuldu. Ama bir şey yapılmadı.
İşte bütün bunlar çok iyi düşünülmüştü... Ama asıl önemli olan bu işe Türkiye ölçeğinden başlamaktı. Çünkü bugünkü İstanbul’un kaosu aslında yalnız İstanbul’un kaosu değil elbette Türkiye’nin kaosu. Türkiye o günlerde doğuya da dengeli bir işlev belirleyerek, yatırımları o işlevleri yürütebilecek yolda yapabilseydi şimdi bu durumda olmayacaktık. İstanbul’daki kargaşa, Türkiye’deki kaosun hemen görünen yüzü.
Aslında ülkenin kaosu kentin kaosunu da beraberinde getiriyor, değil mi?
Elbette. Örneğin Cumhuriyet Dönemi’nde demir, savaş çıktığında, neresi en az sakıncalıysa orada üretiliyor. Savaşmışlar, uçağın ne denli önemli olduğunu görmüşler. Uçak üretim yerini Anadolu’nun ortasında kumuşlar…. Pamuk nerede yetişiyorsa bez üretim yerini o bölgelere kurmuşlar. Nereden oy alacaklarına göre değil… Kısacası bütün bunlar planlı…
Planlama yapılırken doğal varsıllıklarımız, enerji yükümüz, enerji tüketimimiz, dış alımımız, iç alımımız, her şey göz önüne alınarak yapılmalı. Bunlar amaç olmadan kent tasarımından söz edilebilir mi? Beş- on gökdelen dikmenin, yirmi tane iki katlı yol yapmanın, metro (diye tren) yapmanın bir anlamı yok.
Bir kez daha söyleyeyim: Planlama yurt ölçeğinden başlamalı. Yoksa bölgesel kaosa düşülür… Bölgesel kaosun getirisi de kentlerde ki kaostur.
Kentlerdeki kaos bir de “kaos mimarisi” doğurdu değil mi?
Elbette doğurdu. Kaos konut alanında da yüksek yapılar yarattı. İnsan toprağa yakın yaşamalıdır. Hiç güneş, sağlık koşulları göz önünde bulundurulmadan yapılar yükseliyor. Öyle hırçın öyle kavgacı bir biçimde yükseliyorlar ki; soluk alacak yer bırakılmıyor .İnsanların çoğu bodrum katlarında yaşamağa başlıyorlar New York’ daki gibi…
İçinde uzun süre geçirilmeyecek yapılar yüksek olabilir. Yükselmek demek tabanı, öteki kullanımların karşıtı olarak, kendi çıkarına kullanmak demektir. Bu tür yapıların, toplumun da onaylayacağı yolda nerede olacakları planlanır. Hemen hemen eş yükseklikteki iş yapıları, otoparklar, oteller belli bir yerde toplanırlar. Buna karşılık konutlar, az katlı olarak, çeperde konuşlandırılırlar.
Kaos mimarisinin en temel özelliği nedir?
Para !..
Hepimizin oksijen gereksinimini yeşil alanlar sağlar. Kıyılarımızın ilk 10 metresinde oksijen üretilir. Biri gelip ağaçları kesip yapı yaparsa, hepimizin oksijen üretim yerini kapatmış olur. Demek ki kıyılara belli uzaklık sağlanmadan kesinkes yapı yapılmamalıdır. Kıyı olmayan yerlerde de, arsadan yapı alanı çıktıktan sonra geri kalan yeşil alan, orada yaşayacak insanlara yetecek oksijeni üretebilecek büyüklükte olmalıdır.
Böyle mi günümüzde? Hepimizin cebinden, yaşamından çalınıyor… Yalnız yüksek yapılarla değil alçak yapılarla da…
Planlı kentler yok mu peki günümüzde?
Şikago var örneğin. Şikago 19. yüzyılda çok büyük bir yangın geçirdikten sonra kent özeği yüksek olarak tasarlanmıştır. Çeperde de bir- iki katlı yapılardan oluşan konut alanları vardır.
Ama New York’da “Hadi gökdelenleri yıkalım da kenti yeniden yapılandıralım!” diyecek hiçbir güç yok. New York’ da baştan beri, kıran kırana, kimin gücü kime yeterse... Gücü olan yükselmiş…
Şikago’da kaos sorunu çözüldü mü peki?
Hayır. Ama New York ile oranlarsak Şikago çok iyi durumda. New York dışında önemli bir çözüm yolu gösterdi.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Altını çizmek istiyorum ki; kaos akıllı insanlar için uyarıdır. Akıllı insanlar bu uyarıdan ders alırlar, ülkelerini ona göre planlarlar.
|