Kutuplaşmanın temel düstur olduğu ülkemizde kuşaktan
kuşağa kopukluk da hep bir kaçınılmazdı. Her kuşak, kendi sevinç ve acılarını
bir başına sırtladı, yalnızlaştırıldı, berikini anlamaz, algılamaz oldu. Oysa
hayatın sürekliliğine, özüne o kadar aykırı ki bu dayatılan. Ve bir bakmışsın
aslında aranda on yıllar olan bir insan, senin ilham perin olabilmiş. Onun
gözünden baktığında kendi bugününü de farklı yaşayabilir olmuşsun. Tıpkı
Tûba Çandar’ın mimar, restoratör Mualla
Eyuboğlu’nda yakaladığı ve bizlerle paylaştığı büyü gibi.
Mualla Eyuboğlu, dolu dolu yaşanmış 91 yılın ardından birkaç
gün önce aramızdan ayrıldı. Yaşadığı tevazuya koşut bir sadelikle ayrıldı hem de
bu dünyadan. Ama sadelik çoğunlukla vurgulanmaya tenezzül edilmeyen hakiki
görkemdir. O görkemin içinden bizi Mualla Eyuboğlu’nun hayatını yazılardan
fotoğraflara, belgeselden anılara bir hayata tanıklık eden her ayrıntıyı özenle,
emekle yoğuran Tûba Çandar’ın anı kitabı Hitit Güneşi
geçiriyor. Adı içinizi ısıttı değil mi? Birinin güneş olabilmesi çok da
rastlanır bir şey değil. Güneş kendi büyüklüğünü bilmez, kendisinin farkında
değildir ama etrafındaki her şeyi, herkesi aydınlatır. Onlara hayatı anımsatır.
Tıpkı Hitit Güneşi’ndeki şu ilk izlenimler gibi:
“İstanbul’un eski Pera’sında bir Doğan Apartmanı vardır. Çift kanatlı ağır
demir kapısının muhteşem bir Sarayburnu manzarasına açıldığı iç avlusundan
başlayarak gizemli güzellikler sunmayı sürdürür 1800’lerden günümüze...
Bloklardan birinin en üst katında kocaman eski bir kilimin örttüğü kapının
zilinde Eyuboğlu/Anhegger yazar. Kapıyı bir ‘Hitit Güneşi’ açar. Yeşil-mavi
gözlerindeki ışıltı ve sımsıcak gülümsemesiyle loş koridoru aydınlattığı gibi,
içinizi de ısıtıverir o anda. Zarafet ve sevecenliğin simgesi bu çehreyi
bembeyaz saçların dağınık bir biçimde tutturulduğu bir topuz süsler. Topuzu ise
saçaklı bir gümüş tarak ya da saç tokası... Uzun giysisi Anadolu motifleriyle
bezenmiş değilse eğer, üzerine geçirdiği yelek sırmalı ya da işlemelidir. Teslim
taşından gerdanlığı yoksa boynunda, akik ve gümüş karışımı bir kolyesi mutlaka
vardır...”
Her boyayla boyanmak
Hitit Güneşi’nin adı Mualla Eyuboğlu. Trabzonlu köklü bir ailenin kızı.
Bedri Rahmi ve Sabahattin Eyuboğlu’nun kız
kardeşleri. Bu iki büyük ismin altında ezilmeyen koca bir hayatı var.
Köy Enstitüleri’nin mimarı; Rumeli Hisarı
ve Topkapı Sarayı Harem Dairesi de dahil sayısız tarihi eserin
restoratörü. Ama mesele yaptıkları da değil sadece, bizzat yaşama şekli.
Sorgulamadan, geleni her şeyiyle kabul ederek ve başkasının sözüne, gözüne göre
şekle bürünmeden yaşanan bir ömür. Kimseleri de yargılamayan, sınıflandırmayan
bir yürek.
Galiba beni en çok vuran yer burası. Kimlik tartışmalarının tam ortasına
doğan bizim kuşak için tanımlamalar, konumlanmalar hep belirleyici oldu.
Saflaşma oyununa yenik düşmemek isterken bile kendini tarif etmek zorundaydın.
Ve işte Mualla Eyuboğlu, tersinin mümkün olduğunu gösteriyor bize. Daha doğrusu
Tûba Çandar’ın anlatımı bu yaman olasılığı görmemizi sağlıyor: Bir kadın hem
kendini Anadolu yollarına vurup Cumhuriyet aydınlanmasının simgesine dönüşen Köy
Enstitüleri’nin kuruluşunda Yapı Kolu Başkanı olarak çalışabilir, hem türküden,
cem ayininden huşu ile zevk alarak inancı hayatının parçası kılabilir.
Türkiye’de yaşayan Alman Türkolog Robert Anhegger ile
evlendiğinde, restorasyonunda görev aldıkları mevlevîhaneler dolayısıyla Mevlevî
şeyhleriyle kurdukları dostluklar, tasavvufun kapılarını da açar Mualla Hanım’ın
geniş yüreğinde. Ve işte bu noktada Cumhuriyet kızı imajınız yerle bir olur.
Mualla Eyuboğlu’nun birbirinin zıttı diye sunulan hayat deneyimlerini en olağan
şeymişcesine bünyesinde birleştirmesi ve dahası bunu da bir tercih gibi değil,
doğal bir alaşım gibi yaşaması, bu memlekette başka türlüsünün mümkün olduğunu
gösteriyor.
Ama bununla da bitmiyor beni on ikiden vuran şey. Dahası var. Bu farklılıklar
kendi kuşağının içinde Mualla Eyuboğlu’nu daha dışarlıklı bir konumda tutsa da,
o en çok paylaşımları anımsayacak denli aydınlık bir ruh. Gocunmuşluk yok,
kesifleşmiş acılar, ukteler yok. Sadece temiz anılar var:
“Ağabeylerimi, sonra da anneciğimi kaybettikten sonra çok mevlit okuttuk bu
evde. Kırk mevlitleri, sene mevlitleri. Kandillerde toplanırdık. Hatta
arkadaşlarım da gelirlerdi, hiçbirisi görmemiş böyle bir şey. Hayran kalırlardı.
Müslümanlık ile yobazlığın aynı şey olmadığını bu evde çok yaşadılar. Bir ara
adımız gericiye de çıktı bu yüzden. Biz her 17 Nisan’da Köy Enstitüleri’nin
kuruluş yıldönümünü de kutlardık bu evde. O yüzden adımız komüniste de çıkmıştı.
Her boyaya boyandık anlayacağın. Hepsine de gülüp geçtik. Sabahattin Ağabeyimin
dediği gibi, ‘Bizden memleketi sevmek, gerisine boş vermek...’”
Her boyayla boyandığı halde kararmamak, ancak bir güneşin yapabileceği bir
şey. Üstelik o güneşin, kadınlığa dair de sizi silkeleyecek çok ayrıntısı var
bereketli yaşamında. Mualla Hanım, kadın kimliğini, cinselliğini bastıran bir
kişilik. İlk aşkı Celal Kunt yüzünden en yakın arkadaşı intihara teşebbüs
edince, o aşkı da içine gömüp tam da Tûba Çandar’ın tespit ettiği üzere Çalıkuşu
Feride misali Anadolu’ya salıyor kendini. Ondan sonrasında Yaşar Kemal’den, Ruhi
Su’ya pek çok erkeğin aşkıyla çevrelense de bunu yaşayış ve anlatış şekli de
sanki kendi dışında seyreden bir süreci nakleder bir mesafede. Kendini ve
çevresini şaşkınlıkla izler gibi:
“Hep aşk, hep aşk... Efendim, birçokları benimle evlenmek istiyor. O sıralar
çok enteresan bir şey, böyle Anadolu’da çalışan eğitimli bir kadınla evlenmek.
Şansım da hep solculardan açılmış. Ruhi Su’dan başlayarak... Köy Enstitüleri’nin
kızlar yatakhanesinde kalırken, eli tabancalı bir adamın kapıya dayanması pek
rahatsız edici bir şeydi doğrusu. Adam dediğim de çok değerli bir bas bariton.
1,500 kişilik öğrenci korolarıyla harikulade şeyler yapıyor. Maalesef Köy
Enstitüleri’nden uzaklaştırıldı o yüzden. Bir de Suphi Taşhan adında solcu bir
şair vardı. O da evlenelim diye tutturdu. Sonra da Yaşar Kemal çıktı. Ama o çok
çekingendi. Anlayış gösterdi bana. Güzelim aşk şiirleriyle dolu mektuplar
yazdığıyla kaldı işte...”
Gülüp hüzünlendiren, hiçbir öğreticiliğe soyunmadan çok şeyler öğreten bir
hayat Mualla Eyuboğlu’nunki. Tende, canda yumuşacık bir dokunuş, tatlı bir
esinti. Gelin onu kitaba ve hayatına eşlik ettiği üzere Hitit Güneşi’nin
sonundaki güzelim Yunus Emre dizeleriyle yolculayalım. Ve o yoga hareketinde
olduğu gibi Güneş’e selam duralım, ruhu şâd edelim şükranla:
Ten fânidir can ölmez Çün gitti geri gelmez Ölür ise ten ölür Canlar
ölesi değil...
|