"Beyoğlu’nun çamurlu yolları arasında, bir
çift öküzün çektiği sade bir tabut vardı. Polonyalılardan başka kimse yok
sanıyordum. Yanılmış olduğumu biraz sonra anladım. Arkamızda, sokağı kaplamış,
başına siyahlar sarmış, sel gibi bir kalabalık akıyordu. Cenaze alayında her
ulusu temsil eden kişiler vardı. Sırplar, Dalmaçyalılar, Karadağlılar,
Arnavutlar, İtalyanlar, özellikle Bulgarlar çoğunluktaydı. Siyahlar giyinmiş
Müslümanlar da vardı kalabalık arasında."
Şair Adam Mickiewicz, bir eylül sabahında, güneşin altın
ışıkları eşliğinde Galata’dan büyük umutlarla ayak bastığı İstanbul’dan,
yalnızca iki ay sonra cenazesi çıkmış bir kahraman. Polonya’nın milli
kahramanının 150 yıl önceki cenazesinden bu manzarayıysa tarihçi arkadaşı T.T.
Jez aktarıyor.
Önceki ay Kültür ve Turizm Bakanlığı bir açıklama yapıp 45 ilde
bulunan 83 müzenin artık ücretsiz gezileceğini açıkladığında listedeki tek
İstanbul müzesi dikkat çekiciydi. Listede Adam Mickiewicz Müzesi’ni görünce "bu
da ne ki" diye düşünüyor insan doğal olarak. Müzelerin ücretsiz hale
getirilmesinin gerekçesi az gezilmeleri. Böylece meraklı sayısının artacağı,
müzelerin terk edilmişlikten kurtulacağı öngörülüyor.
İnternette dolaştığınızda birkaç sitede telefonunu
bulabiliyorsunuz ama ulaşmak öyle kolay değil, çünkü numaralar müzeye ait değil.
Mickiewicz’in bir zamanlar kaldığı evi, yani Müze, Jez’in "Beyoğlu’nun çamurlu
yolları" sözleriyle anlattığı Dolapdere’nin dar sokakları arasında kaybolmuş.
Vaktiyle merak edenlere Jez şöyle tarif etmiş; "Bu semtte sokaklar tam olarak
planlanmadığı ve dağınık halde olan küçük binalar bulunduğu için Mickiewicz’in
oturduğu binanın konumunun tam belirlenmesi mümkün değildir."
Bugün de değişen bir şey yok aslında, elinizde adresle
gittiğinizde bile labirente dönüşmüş sokaklarda bulmanız kolay değil. Kapısının
yanına çakılmış metal plakada yazanları kimse merak etmemiş olacak ki, 10 adım
ilerisindeki berber bile müzeden haberdar değil. "Hiç girdiniz mi içeri" diye
sorunca "abi yok girmedik, kapısını açık görmedik hiç, nasıl girelim" cevabını
alıyoruz.
1955’te, şairin ölümünün 100. yıl dönümünde müzeye dönüştürülmüş
bu ev. 1970’lerde kapatılmış, 84’te sessiz sedasız tekrar açılmış. 150. ölüm
yıldönümüne denk gelen 2005’te restore edilerek "Türkiye ile Polonya arasındaki
ilişkilerin gelişmesine katkıda bulunması" dileğiyle vali Muammer Güler
tarafından üçüncü kez açılışı yapılmış. Giriş ücretsiz olunca gezeni artar mı
belli değil ama 1984’teki ikinci açılışından beri burada bekçilik yapan kişi,
"geçen yıl Polonyalı bir turist gelmişti" sözleriyle müzenin trafiğini
anlatıyor. Ki o zaman giriş ücreti 2 TL’ymiş. Şair, milli kahraman hakkında
bilgi içeren katalogu almak isterseniz yine 2 TL ödemeniz gerekiyor. Bodrum
dahil dört kata yayılmış müzede sanatçının hayatı hakkında metinler, resimler ve
gravürler sergileniyor. Ne kadar önemli ve saygın bir isim olursa
olsun, ne kadar maceralı bir hayat yaşamışsa yaşasın, kalabalıkları peşinden
koşturmuş olsun, yine de bazı kişilerden zamanımıza kalanları saklayan müzeler
bambaşka şeyler çağrıştırabiliyor; yalnızlık, terk edilmişlik gibi.
Zamanımızdaki ilgisizlik, o kahramanların geçmişe ait ‘mühim’ imajlarını da
tozlandırabiliyor.
"Gemi saat beşte, güneş doğmadan İstanbul Limanı’na girmek için
yavaşlıyordu. Saat altıda şehri değil, adeta bir mucizeyi gördük (…) Doğan güneş
bütün pencereleri ve minareleri altın ışınlarıyla parlatıyordu. Gerçekten
büyüleyici bir şehir."
‘Mucizenin etkisindeki’ bu izlenimler Mickiewicz’in İstanbul’a
birlikte geldiği arkadaşı Henryk Sluzalski’ye ait. 1855’te bir eylül sabahıydı.
Arkadaşları ve sekreteriyle birlikte İstanbul’a gelen Mickiewicz, karşılaşacağı
yaşam koşullarının ilkel nitelikte olmasını bekliyordu ve yanlarında kamp
yaşamında kullanılabilecek her türlü eşya vardı. Ama tabi çadırları kurmaya
gerek kalmayacaktı… Şairin sekreteri Levy, Mickiewicz’in oğluna yazdığı mektupta
şairin İstanbul’daki ilk dairesini buluşunu şöyle anlatıyor; "Galata iskelesine
bir sandalla götürüldük. Ondan sonra, babanı kendi kendisine davet etmek için
güverteye gelmiş bir Polonyalı tabibin evine gittik, oraya eşyalarımızı
bıraktık. Oraya yerleştik. Henryk buna gerçekten sevindi, çünkü çadırın
kurulmasına elverişli bir avlunun bulunamayacağını düşünüyordu."
Tek odalı bir daireydi kaldıkları yer, kapının bulunduğu köşenin
dışındaki yerleri üç arkadaş paylaşmıştı. Karyola yerine halı üzerine şilte
serip, yorgan yerine paltolarını kullanarak uyuyorlardı. Tarihçilerin daha sonra
tespitine göre burası büyük ihtimalle Galata’daki St. Lazar
Manastırı’ydı.
Mickiewicz o yıllarda Rusya’nın işgali altındaki Polonya’nın
kurtuluşuna hizmet etmek için, daha önce sürgüne gittiği Fransa’dan gelir
İstanbul’a. Kırım Savaşı esnasında. Rusyayla savaşan Osmanlı’nın kazanması
Polonya için de umut olacaktır. Mickiewicz’in görevi Osmanlı topraklarındaki
Polonyalı Kazakları örgütleyip Kırım’da savaşacak bir tabur oluşturmaktır.
Üniversitede profesörlük yaptığı Paris’ten gelirken yanında bir de Nappolyon’un
mektubunu getirir, "gerekli kolaylık gösterilsin" diye.
Şairin İstanbul’daki ilk günlerini yine arkadaşının bir notundan
öğreniyoruz; "İki gündür Türk usulü yaşıyoruz. Burada ucuz olan tavuklu pilavı
kendimiz pişirip yiyoruz. Herkes bize tuhaf tuhaf bakıyor."
Mickievicz 3 Ekim bugünkü Bulgaristan’da bulunan Burgaz’a
hareket eder. İki hafta oradaki Polonyalılarla ilişki kurduktan sonra Galata’ya
dönder. Yeni bir daire ararken "Pera’nı uzak kısmında" temiz bir binaya taşınır,
yani bugünkü Dolapdere’ye. İstanbul’da fazla kalmaya niyeti yoktur. Aralık
başında Bulgaristan ve Sırbistan’a yolculuk edip oradaki Polonyalıları
örgütleyecektir. Fakat günler onun planladığı şekilde gitmez. İstanbul’da bir
kolera salgını vardır. Şair, hastalara geçmiş olsun ziyareti sırasında mikrobu
kapmıştır. Soğuk ve yağmurlu bir günde hayata veda etmesi içinse 10 gün geçmesi
yeterli olacaktır.
|