Mimarlık Yarışmaları, Ödüllendirme / Kadri Atabaş
Bu yazımda, genel olarak alışılmış olan, olgulardan yola çıkarak sonuca varmak yönteminin tersini yapacağım, öncelikle gözlemlerimi söyleyeceğim, sonra beni bu gözlemlere getiren düşüncelerimi/akıl yürütmemi sunacağım. Gözlemlerim; sayısı 27.000'e varan mimarlık topluluğu ve nüfusu 70 milyona varan, yüzölçümü 780.000 km2'yi geçen Türkiye'yi gözönüne alır. Bu genelin içinde duruma bakmaya çalışır. Doğal olarak, her kısa ve genellemeye yönelik yazıda olduğu gibi, haksızlıkları olacak. Tekil ve olumlu olayları fazla içermeyecek ve bazı özel ve etkileyici örnekleri ele almayacak. Eksikleri için kusura bakmayın: Gözlem l Türkiye Cumhuriyeti tarihinde mimarlık ve diğer plastik sanat yarışmalarımız (resim ve heykel dahil), genel olarak; ne kendi iç dünyalarında, ne de toplumsal düzeyde ciddi bir etki ve değişim yaratmamışlardır. Yeni bir bakış getirmemişlerdir. Niye? Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin mimarlığı (özellikle de yarışmaları) ciddi, ağır, oturaklı ve kendini "sorumluluk" misyonu ile yükümlü gören bir geleneğin mekânsal ifadelendirilmesidir. Bu mimarlık genel olarak, içinde hınzırlığı ve çocuk mantığının yerleşik değerleri sorgulayıcı sade sorularını, tavrını veya ayrıksılığı içermez. Sorgulamayı, farklı bir yaşam önerisini; bunun mekânsal, yapısal düzenlemesini ve estetiğini içermez. Bizdeki mimarlıkta avangard'a yer olmamıştır. Türkiye mimarlığı, ayrıksı olmanın trajikliğini veya cesaretini de içeren dönemler yaşamamıştır (Özel bazı örnekler sadece kişisel "dram"dırlar). "(Mimarlığın) Şiirin ne olduğunu biliyorum ve yapamadım. Dostlar Halk Şiirini (mimarlığını), Karacaoğlan'ı filan seviyorlar. Bana bunlar çocuk ağzıyla konuşan Nasreddin Hoca, bakir oldukları için kendilerini genç ve taze zanneden ihtiyar kızlar gibi geliyorlar. Satıhtan toplanmış, herkesin malı şeyler. Ufak onarmalar, göz süzmeler, kedi yavrusu da yapar onu. Sanat ayrı bir şey. Hele şiir (mimarlık) büsbütün ayrı. Şiir (mimarlık), dili, piyano filan gibi şahsi bir alet haline getirmek sanatıdır. Mesela Beethoven'da olduğu gibi sonat, yahut kuartet, solo. Tek başına ve bütün etrafını beraberce yaratarak ve seni bütün korkularınla, rüyalarınla vererek, tavla zarı gibi her mümkün hadisenin tesadüfünü ortadan kaldıracak bir şekil ile kendisini vermek. Bütün mesele 'vision' denen şeyde. Ve ona verilen şekilde. Çünkü güzel mısra (eleman) kafi değil, insan her gün birkaç tane güzel mısra (eleman) yapabilir. Fakat böylesi otuz güzel mısradan (elemandan) bir şiir (mimarlık) yapamaz. Güzel mısra (eleman) inci avcılığı gibi bir şeydir. Şiir (mimarlık) inci avcılığı ve eskilerin dediği gibi mücevher hokkası değildir. Bir taazzuvdur (bir yeni yapı kurmaktır). Biz hep dilde kaldık. Dilde oynadık. Bütün dikkatimizi dile verdik. Beğenmedik, süsledik, attık, değiştirdik ve şimdi arzumuz yerine geldi. Dilsiz kaldık. Mektepte öğretilen bir dille yani... Sentetik millet buna derler işte. Bak, nereden başladım, nereye geldim? Türkiye'de cemiyeti itham etmeden konuşmak kabil değil. Bu sadece cemiyetin kabahati olmasa gerek. Hepimiz nefsimize karşı müdafaa halinde yaşıyoruz ve hepimiz bizden üstün bir mücrim arıyoruz." (Ahmet Hamdi Tanpınar; Adalet Cimcoz'a Paris Mektubu, 1960) Türkiye'de yarışmalar bu sentetik ve içeriksiz mimarlık dilinin oluşmasından, mimarlığın ehlileşip memurlaşmasmda etkin ve bu süreci meşrulaştırıcı önemli bir rol üstlenmişlerdir. Gözlem 2 Genel olarak mimarlık yarışmaları, mimarlık ortamında Osmanlı'dan Türkiye Cumhuriyeti'ne miras kalan patrimonyal sistemin işleyişinin araçları olarak kullanılmışlardır. Türkiye'de merkezî devlet yapılanması ve onun her tür uzantısı (Belediyeler, Teknik Eleman Odaları) bir bütün olarak algılanmıştır. Bugün yaşanan tartışmalarda ilk kez bu bütünlük sorgulanmaktadır. Mimarlık dünyası -yarışmalar ve mimari değerler anlamında- bu bütünlüğü benimsemiş, "Devlet"in "tek"ci ulusal/tarihsel anlayışının "munis kul"ları olarak yarışmaları değerlendirmiştir. Yarışmalar, (belki çok az istisnası olabilir) Bayındırlık Bakanlığı'nca çıkartılmış, Bakanlığın koyduğu mimari kurallar, inşaat yapım kuralları, detayları; yarışmaların (genel olarak Türkiye'deki inşaat tasarım/yapım sürecinin) tartışılmaz koşulu olmuştur. Bayındırlık Bakanlığı, yarışma yapıları eliyle Anadolu toprağının/tarihinin, değerleri ve çeşitliliği silinerek, mimarlık "tek"leştirilmiştir. Anadolu'nun hemen her yerleşim biriminde ortaya çıkan bu "tek"ci mimarlık, yarışmalar eliyle "meşrulaştırılmıştır". Patronun tek olduğu bu yapının mimarisi de "tek"tir; bize önemli/tarihsel bir gerçeği tekrar tekrar hatırlatır: Mimarlık, geçmişte de, bugün de içinde bir patronaj ilişkisi barındırır. Mimarlık, örneğin Rönesans döneminde; ayakkabıcılık, kayıkçılık gibi bir zanaattı. Güçlü ailelerin, kralların desteği ve hükümranlığı ile var olmuş, gelişmiş, değişmiştir. Ancak toplumsal gelişmeler sonucu, 19. yüzyıldan itibaren ve 20. yüzyılda Batı'da verilen demokrasi kavgası ile çoğulcu bir yapılanma ortaya çıkmıştır. Böylece genel olarak sanatçılar (özel olarak mimarlar), müşterisini seçebilir hattâ tanımlanmamış bir müşteri için kendi isteğini çizebilir, boyayabilir, besteleyebilir hale gelmişlerdir. Yarışmalar da bu çoğulcu ortamın bir kurumu olabilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nde ise ne burjuvazi, ne işçi sınıfı ağırlığını ortaya koyamadığı için, tek patron, mediokrasi olmuştur (Bunun kabaca bir gözlem olması, doğruluğunu yok etmez). Yarışma mimarlığı da genellikle (çok az istisna var) mediokrasinin mimarlığı olmuştur. Gözlem 3 Bayındırlık Bakanlığı eliyle yürütülen patronaj sisteminin sonucunda; Türkiye'de mimarlık dünyası çok keskin hatlarla iki ayrı kutba ayrılmıştır: (Osmanlı saray mimarlığının devamı olarak) Bayındırlık Bakanlığı yarışmacı mimarları ve "diğer" mimarlar... Gözlem 4 Patronaj sisteminin sonucu olarak, ortaya çıkan ikili yapı asıl olumsuz etkisini; (tıpkı Osmanlı Enderun'u gibi) mimarlık dünyasının genelde en seçkin ve nitelikli kesimini kendine çekerek, kentlerin oluşumunda onların katkısını en az düzeye indirmesinde göstermiştir. Hepimizin bildiği ve uğraştığı gibi, mimarlık dünyasının temelinde konut ve konut mimarlığının ağırlıklı yeri var. Kentlerdeki yapıların belki de yüzde 99'u konut. Kent mekânlarını, sokaklarını, kentle ilgili imgelerimizi de oluşturan ortalama değer ya da genel değerler konut ve sokaklara dayalı. Bu mimari etkinlik alanının çoğunlukla ikinci sınıf bir tasarım gibi algılanması, ucuz işgücü arayanların patronajına doğrudan terk edilmesi, bugün ulaştığımız ve sanırım çizenlerinin/inşa edenlerinin bile beğenmediği bu kentlerin oluşmasında önemli bir etkendir. Gelinen noktanın "serbest piyasa" diye yutturulması da zordur. Sizlere bu noktada bir örnek vermek isterim: Mimarlar Odası Ankara Şubesi 1997-1999 yıllarında "Ankara'da Konut" diye bir yarışma düzenledi, ilk yıl yalnızca üç büro katıldı. İkinci yılsa katılım daha düşük olmalı ki, yarışma ve sergi yapılmadı, zaten bir daha da denenmedi. Üstelik şube yönetimi katılımı artırmak için ciddi uğraş vermiştir. Niye katılınmadı? Ya ilgisizlikten; bu ayıp! Ya da, "Yapı"sını sunmaya utanmaktan, eh; bu daha çok ayıp... Gözlem 5 Bugün, bizler, meslek gurubu olarak ya da önemli bir etkinlik alanının bireyleri olarak, kentleşme/mimarlık dünyasının yüzde 99'unu oluşturan konutları küçümseyen, onları yalnızca içine girilen delikler gibi algılayan bir yapının parçasına dönüşüyoruz. Mimarlık bu alanda nitelikli temsilcilerini yitirmiştir. Şimdi mimarların sorumlu olması gereken etkinlik alanları son deprem gelişmeleriyle iyice ve açıkça görüldüğü gibi, mimarların aşağılandığı; mühendisliğin, mimarlığın önüne koşulmaya çalışıldığı bir yapıya dönüşmektedir. Bunun değişik nedenleri var, ama en önemlilerinden birisi bu yazıda sunduğum olgulardır. Gözlem 6 İçinde bulunulan durumu yaratan öğelerin en önemlileri bizzat mimarlar ve mimarlık ortamıdır. Şeytanı kendi dışımızda arayamayız. Dökülen gözyaşları timsah gözyaşlarıdır. Bugün yapı sektöründe, önemli aktörlerden birisi mimarlar ve onların örgütleri değilse, sorumlusu doğrudan bizleriz, çünkü bedel ödemedik, ödemek istemiyoruz. Sunduğum gözlemlerde, mimarları edilgen durumda tuttum. Bunu biliyorum, çünkü edilgenler. Bu durum ise, bence, başlı başına bir sorumluluk ya da sorumsuzluk. Meslekle ilgili içinde bulunulan durumun sorumlusu öncelikle bizleriz. Bugün, genelde, mimarlar "yüklenicinin emrinde çalışan, O'nun ..... dedicisi, yıkılan yapıların sorumlusu, yüzlercesi mahkemeye verilmiş bir topluluk" olarak algılanmaktadırlar. Mimarların, projelerinin uygulamasının denetlenmesinde hakları geri plana atılmaya çalışılıyor. Mimarlık, strüktür ve ısı yalıtımın başat olduğu bir alanda, alt tasarım gurubuna itilmeye çalışılıyor. Yani dibe vurduk! Neler Yapılabilir? Öncelikle, her şeye karşın inanmalıyız ki, içinde yaşadığımız çevreyi belirleyecek tasarımların seçiminde yönetenin kişisel görüş ve kararlarını aşmanın önemli yöntemlerinden biri mimarlık yarışmalarıdır. Mimarlık yarışmaları, ülkedeki çağdaş mimarlık ortamının gelişiminde etkin rol oynayabilir, rekabeti kışkırtarak yaratıcılığı teşvik eder. Gelecekte bugünkünden daha iyi bir dünyada yaşamak için, mimarlıkta yeni arayışlar peşinde olmalıyız. 1. Bu çerçevede, birkaç öneride bulunabilirim; Türkiye'de mimarlık yarışmalarını yaygınlaştırmak amacıyla bir teşvikler sistemi taslağı hazırlayıp, bunu kamuoyuna sunabiliriz. Bu öneri taslak da; * Birçok Batı ülkesinde olduğu gibi, Türkiye'de de, mimari yarışma sonucu elde edilen projelerin uygulanmasında, yatırımcılara harç muafiyeti, vergi indirimleri ve kredi öncelikleri biçiminde yansıyacak teşvikler uygulanması, * Yerel yönetimlerin, kooperatiflerin ve özel kuruluşların, projeyi yarışma sonucu elde etme durumunda yararlanacağı teşvikleri ayrı ayrı düzenlemesi. Örneğin; yerel yönetimlerin açacağı yarışmalar için yaptığı harcamaların, proje yatırım programına alınmışsa, mevcut veya hazırlanacak bir fondan karşılanması, * Kooperatiflere ve diğer kuruluşlara ise harç muafiyeti, vergi indirimi, kredi teşviklerinde öncelikler sağlanması düşünülebilir. Böyle bir teşvik sistemi taslağı, fiziksel çevrede görsel kirlenme yönündeki kontrolsuz gelişmeyi tersine çevirecek bir ivme yaratabilir. 2. Jüri, seçtiği projeden sorumlu olup, proje sürecinde aktif rol alabilir. 3. Yarışmalar, çizim ve teknik gösterileri olmaktan çıkartılıp, fikrin öne çıkacağı bir yöne sokulabilir (Yarışmayı iki aşamalı yapmak gibi). 4. Yarışmalar, Bayındırlık Bakanlığı ve ya O'nun kendi başına hazırladığı yönetmeliklere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Öncelikle bu yargı kırılmalıdır. 5. Zaten sorgulanmakta olan "Mimarlık"ı "tek"leştirici devlet yarışma ve proje elde etme biçiminin, söyleminin yarışmalara bir yararı olmadığı mimarlık dünyasında itan edilmelidir. 6. Çeşitli mesleki kurumlaşmalar, Oda dışında, ama O'nunda katılımı ile bir Mimarlık platformu oluşturmalı ve mimarlığın (dolayısıyla yarışmaların) namusunu kurtarmanın hepimizin namus borcu olduğunu açıkça ilan etmelidir. Mimarlar Odası, özellikle yarışmalar için, yapısı gereği yetersizdir. Topu Mimarlar Odası'na atarak vicdan rahatlatma oyunundan vazgeçmeliyiz. Bilmeliyiz ki, Mimarlar Odası bir konu çevresinde duyarlılıkları oluşan ve bunu toplum içinde savunan bir gönüllü etkinlik örgütlenmesi değildir. Yani bir Sivil Toplum Kurumu (NGO) değildir. Bir meslek örgütüdür. Çatısı altında başat etkinlik alanları bürokrasi, şantiye yöneticiliği, inşaat yükleniciliği, proje yapımcılığı, malzeme pazarlama gibi değişik mimari etkinlik alanlarında çalışan mimarları kapsar. 7. Mimarların her tür tasarım ve uygulamasının sorumlusu/muhatabı olduğu bilincini ve politikasını artık hep birlikte savunabilmeliyiz. Yara alan gemi hepimizin. Tahlisiye sandalına binmiş olmak, gemiyi kurtarmaz. Yaraları onarıp, gemiyi yüzdürelim. * Bu yazı, XXI. Dergisi'nin düzenlediği, Ankara'da yapılan Panel'de sunulan konuşmadan dönüştürülmüştür. Ahmet Hamdi Tanpmar'ın A. Cimcoz'a Paris'ten yazdığı mektup belki de yıllar öncesinden bizleri uyarmaktadır. Bu mektuptaki "şiir" kelimesi yerine "mimarlık" kelimesini koyacağım; lütfen öyle okuyun. * Bu makale, Yapı dergisinin 253. sayısında yayınlanmıştır.
|