Peyzaj Mimarları Odası: Tarihimizi unutmadık
Gerekir çünkü AKP Hükümeti AB‘ye üyelik sürecinde; • Türkiye‘nin demokratikleşeceği izlenimi ile yeni liberal politikalar olan
bu sürecini yaşama geçirmekte Nedir, bugün bizlere oylatılmak istenen; 1. Siyasi partilerle ilişkin dava ve başvurularda iptal ve itiraz davaları
ile Yüce Divan sıfatı ile yürütülecek yargılamalara TBMM tarafından
bakılması. 2. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Cumhurbaşkanı tarafından onaylanacak
üyelerin katılımı oluşturulacaktır. 3. Anayasa Mahkemesi yapısı değiştirilerek Cumhurbaşkanı tarafından
onaylanacak kişiler yer alacak... Son yıllarda özellikle meslek alanlarımız olan doğal, kültürel ve sosyal yaşam alanlarımızda AKP’nin yarattığı tahribata karşın mesleğimizin bilimsel ve teknik gücünü halkın yararına sunmak üzere kamu kurumu niteliği ile diğer meslek odalarının da olduğu gibi gerçekleştirdiği onurlu mücadele ile başa çıkamayanların, yasama ile tüm emellerini hayata geçirenlerin karşısında kalan tek engel olan bağımsız yargıya müdahale için hazırladıkları anayasayı halkoyuna sunmaktadır. TMMOB Peyzaj Mimarları Odası Yönetim Kurulu olarak Anayasa değişikliği oylamasında bilimsel ve toplumsal aklın bizim gibi HAYIR diyeceğini bilmekteyiz. •• İnsanın paranın gücü karşısında köleleşmesini, en temel toplumsal ve insani hakların ortadan kalkmasını, insanlar arası eşitsizliklerin derinleşmesini dikte edecek olan Anayasaya REFERANDUMDA HAYIR diyeceğiz... •• Türkiye Cumhuriyeti‘nin tasfiye edilme girişimlerine hizmet eden, böylesi bir anayasa ile Türkiye‘nin kağıt üzerinde dahi egemen bir ülke olması söz konusu değildir. Türkiye hukuken uluslar arası tekellerin yağma ve talanına açık hale getirilecek olan Anayasaya REFERANDUMDA HAYIR diyeceğiz. •• AKP‘nin kutsadığı piyasa güçlerinin ve emperyalist devletlerin karşısında "bağımsızlık" şiarı ciddi bir engeldir. Bağımsızlığımızı elimizden alacak olan Anayasaya REFERANDUMDA HAYIR diyeceğiz.
Anayasa referandumuna tarihsel belleklerimiz yanıt verecektir dedik. Peki, nedir belleklerimizde tekrar canlandırmamız gereken tarihsel süreç; Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye‘de, keskin, sınırları belli bir sınıf ayırımının olmadığı birçokça insan tarafından öne sürülmüştür. 1930‘lu yıllarda bu kanı adeta resmi görüş haline gelmiş, Cumhuriyet Halk Fırkasının "Sınıfsız, imtiyazsız bir kitleyiz" sloganı beyinlere işlenmişti. Bu durumun nisbi gerçekliği de vardı. Ancak sermaye hareketleri ve kapitülasyonların ayrıcalığından semirilen gruplar ile birlikte Anadolu‘da büyük toprak sahiplerinin ellerinde tutukları sermaye birikiminin baskısını ilk kez İzmir Kongresinde, devletçilik-halkçılık şiarı ile çıkan Cumhuriyetin aydınlık yüzünün şemsiyesi altında sermaye hareketleri yerleşmeye başlar. İkinci Dünya Savaşında, Başbakan olan Şükrü Saraçoğlu‘nun yürürlüğe koyduğu,
serbestiyi temel alan ekonomik kararlar, önemli boyutta bir savaş
zenginleri grubunu ortaya çıkarır ve 1945 yılına gelindiğinde sermaye sahipleri
ile toprak zenginleri ilk sınıfsal çıkışlarını yaparlar. Sonraki yıllarda yapılan Beş yıllık Kalkınma Planları bir yerde kamu sektörünü düzenleyip, geliştirirken, diğer yandan özel ve yabancı sermayeye çeşitli teşvikleri gündeme getirir. Grev ve Toplu Sözleşme yasası ile sendikalar güçlenir, grevler bir toplumsal direniş görünümü kazanmaya başlar ve işçi sınıfı mücadelesini adım adım yükseltir. Ve artık toplumsal farkındalığını artmış olması, hak ve özgürlüklerin, insanca yaşamın taleplerinin artıyor olması liberal ekonominin tahammül sınırlarının zorlandığı anlardır ve...1970‘li yıllarda sermayenin kar amaçlı hırsı karşısında yükselen bir değer olan emekçi halkın gücü daha bir belirgin hale gelince sermayedarlar kılıçları çekerler. Dönemin hükümeti, Metal Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS) aracılığı ile
kendi saldırı planlarını yaşama geçirirler. MESS ve o‘nun başındaki Turgut Özal,
dış sermayenin de desteğini alarak acımasız bir sınıf savaşını başlatır. Toplumsal alanda provakatif olaylar devam emin iktidarları sermaye odakları
ile bütünleşerek ülke ekonomisi çeşitli krizlere düşürüldü. Özel kesim üretimini
kıstı, ithalat yapılamadı mal kıtlıkları yayıldıkça yayıldı. Nihayet Tahtakale
döviz karaborsasına dayanan yapay bir kambiyo merkezi yaratılarak devlet kendi
para politikasını bile uygulayamaz hale getirildi. Çökertilen ekonominin
sonuçları gibi gösterilen kıyım, emekçiye karşı acımasızca yürütüldü.
Ardından 24 Ocak‘ı, 12 Eylül darbesi izledi. 24 Ocak kararları ve onu izleyen
12 Eylül 1980 tarihleri ülke ekonomisinin yeni liberal öğreti doğrultusunda
yeniden yapılanma sürecinin başlangıç noktalarıdır. Türkiye‘nin küreselleşmiş
kapitalizmle eklenmesinin ilk adımıdır
Türkiye‘nin sosyal mücadeleler tarihinin bu sayfaları hiçbir zaman unutulamamalı. Kapitalizmin isteği, sınıf mücadelesini tümüyle belleklerimizden silmemizdir. Oysa bu gün, emeği ile bu ülkede yaşayanlar olarak bizlerin, gelecekteki utkusu bu tarihlerin gerçekçi bir tahliline dayanmalıdır.. 24 Ocak 1980 kararlarını ve bu kararların yaşama geçirilmesini amaçlayan 12 Eylül darbesiyle bütünüyle ortadan kalkan cumhuriyetin kazanımları olan kamucu/toplumcu anlayış yerine liberal demokrasi adı altındaki piyasacı anlayışının yerleştirilmesi çalışmaları, Turgut Özal‘ın öncülüğünde 1990‘lı yıllara ulaşan liberal demokrat anlayış, tarafından sürdürülmüş, 2000‘li yıllarda ise ekonomik kriz ardından fiilen hükümeti yöneten Kemal Derviş‘le 2002 seçimlerine kadar getirilmiştir. Kasım 2002 seçimlerinde liberalizmin bayrağı AKP iktidarına geçmiş ve iktidarda bulunduğu ve piyasacılık bayrağını taşıdığı sekiz yıllık süre içerisinde kendinden öncekilere göre çok daha başarılı olmuş, bayrağı daha ilerilere taşımıştır. Bugün, serbestleştirme ve özelleştirmeler sonucu kamu işletmelerinin
yerli-yabancı sermayenin talanına sunulmuş, kamusal hizmetlerin piyasaya
açılarak ticarileştirilmiş, Bu politikalar aynı zamanda mühendislik hizmetlerini
de etkilemiş, mühendisliğin doğal varlıklarımız, sanayi, tarım, kent ve toplum
yaşamına yönelik, bilimsel teknik temellerdeki kamusal, toplumsal hizmet
niteliği ortadan kaldırılmış, etnik çatışmalar 30 yıl önce olduğu gibi aynı
senaryolarla körüklenmiş, devletin kamu personel rejimi değiştirilerek dönüşümün
denetimi yok edilmiş, sosyal hak ve güvencelerimiz elimizden alınmış, devletin
devlet olma özelliğinin birincil koşulu olan sağlık ve eğitimimiz
özelleştirilmiş, en son 657 Devlet Memurları kanunda değişiklik yapamaya
çalışarak sanki özlük hakkı iyileştirmesi yapıyormuş gibi gözüküp kamu
yönetimimizin içi tahribatı ölçülendirilemeyecek kadar boşaltılmış, Siyasi
iktidarlar için üniversiteler düzenin gerici politikalarına teslim olunması
gereken kurumların başında gelirken, sanayinin ihtiyaç duyduğu kalifiye eleman
yetiştirilmesi temel hedef olarak belirlenmiş, istihdam paketi altında istihdam
büroları kurularak işçi simsarlığının önü tekrara açılmış, işsizlik %23’lere
dayanmış, enerji yatırımları diyerek , ülke kalkınması diyerek sularımız
satılmış, can damarlarımız olan enerji ve iletişim alanlarımız özelleştirilmiş
ve en son "suyun insan için temel haktır" maddesine Amerika ve İngiltere‘nin
yanında çekince koyarak ülke insanımızın kaderi eğer parası varsa suya
erişmesini, sağlığa ve eğitime erişmesini karara bağlamıştır. Tüm bu yukarıda saydıklarımızı da AB, kapitalizmin diğer kurumlarından farklı
olarak yeni liberal politikaları toplumda "demokrasi" beklentisi de yaratarak
Türkiye‘ye dayattığı gerçeğini hiç aklımızdan çıkarmadan
|
