Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.

Çözüm Ne Diyorsanız; Çözüm Sokak!

“Yerel Yönetimler Kentleşme ve Demokrasi Sempozyumu”nun “Doğal Çevre, Kültürel Miras ve Kentsel Kimlik” başlıklı ikinci oturumunda söz alan konuşmacılardan Doç. Dr. Ahmet Yaraş, “1980 sonrası 34 yılın getirmiş olduğu bileşik baskılardan sonra toplum yaşamına kast olduğunu çok net olarak görmek gerekiyor. Peki çözüm ne diyorsanız; çözüm sokak" dedi.

Elif Hamidi, Mesut Tufan
1 Çözüm Ne Diyorsanız; Çözüm Sokak!

TMMOB Mimarlar Odasının düzenlediği “Yerel Yönetimler Kentleşme ve Demokrasi Sempozyumu”nun ikinci günü (24 Ocak) gerçekleştirilen “Doğal Çevre, Kültürel Miras ve Kentsel Kimlik” başlıklı oturuma Doç. Dr. Gülsün Tanyeli başkanlık etti ve Prof. Dr. İclal Dinçer, Doç. Dr. Zeynep Eres, Doç. Dr. Ahmet Yaraş ve Ahmet Atalık birer konuşma yaptı.

Kentte yaşayan herkes söz sahibi

İlk sözü alan Prof. Dr. İclal Dinçer, “Tarihi Kent Peyzajı İlkelerini Uygulayabilmek; Türkiye İçin Nasıl ve Hangi Koşullarda?” başlıklı bir sunum yaptı. Dinçer, kültür mirasının 18. yüzyıldan bu yana geçirdiği değişim ve gelişim üzerine bir çerçeve çizdi. “Biliyoruz ki 18. yüzyıldan itibaren gelişen tarihi miras koruma, ‘tarihi’ kelimesini kullanmadan bir bütün olarak kentin korunması kavramına dönüştü. 18. yüzyıl, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başında kent mirası ve kentin korunması, sosyopolitik ve kültürel bir elitin hâkimiyeti altındaydı. Ama artık kentte yaşayan herkesin söz sahibi olduğu bir alana genişlemiş durumda. Hepimiz bu alanda söz söyleme ve mücadele etme durumundayız. Eskiden devlet kurumları ana kaynakların kontrolünü ellerinde tutuyorlardı, süreç böyle gelişti. Ama artık devlet, piyasa ve sivil toplum aktörlerinin ortaklığına evrilen bir devletten söz ediyoruz. Burada da şu soruyu sormamız gerekiyor: Devletin, sivil toplumun, piyasanın ilişkiler ağında mücadeleyi nasıl sürdürmemiz gerekiyor?”  Tarihi kent peyzajı kavramının kökeninin, UNESCO’nun “Tarihi Alanların Korunması Tavsiyesi”ne dayalı olduğunu belirten Dinçer, bu tavsiyeyi çok dikkatle okumak gerektiğini vurguladı: “Dönemi içerisinde katılımcılığı içeren, katılımcılığı kent ölçeğine büyüten, yerel yönetimlere, devlete kentlerin korunması yönünde önemli görevler veren bir tavsiye kararıdır bu”.

Mücadeleye devam etmenin zamanıdır

Dinçer sunumunda, 1980’li yıllardan 2000’li yıllara kadar Türkiye’deki kentleşme politikaları, kurumsal düzenlemeler, planlama ya da mekânsal müdahalelerde nelerin düzenlendiği gibi konuları değerlendirdi. Mücadele alanın genişletilmesi gerektiğine vurgu yapan Dinçer, “Kentte alınacak kararlara müdahil olmak mücadelesi gibi bir mücadeleyi sürdürmemiz lazım. Bunu aslında sürdürüyoruz ama çok azız, daha da çoğalmak gerekiyor. Şimdiye kadar gerçekleştirilenleri ziyadesiyle yapmak gerekiyor. Aksi takdirde bu kenti benimseme süreci gerçekleşmez ve kent hakkı savunmasını sürdüremezsiniz. Bir de aslında şunu tartışmak gerekiyor; müzakereci bir demokrasi üzerinden mi sürdürmek gerekiyor bu mücadeleyi; yoksa daha çatışma üzerinden mi? Müzakereyi ve mücadeleyi esas alan daha başka modeller mi bulmaya çalışacağız? Bunları tartışmanın ve bu modelleri üreterek mücadeleye devam etmenin zamanıdır diyorum” şeklinde sözlerini noktaladı.

Kent kültürü bilincine sahip miyiz?

Mimar Doç. Dr. Zeynep Eres, "Kentsel Kimlik, Politik Söylem ve Kültür Mirası" başlıklı sunumunda, kültür mirası üzerinden bir kentsel kimlik yaratma kaygısının nasıl başlayıp, geliştiğini ve yorumlandığını değerlendirdi. ‘Kentlerin fiziksel mekânına bu kaygının bir etkisi ya da katkısı olmakta mıdır?’ sorusunu örnekler üzerinden tartışmaya çalıştı. Kentsel kimlik kavramının son yıllarda Türkiye’de sıkça kullandığımız bir kavram olduğunu vurgulayan Eres, Türkiye’de kitlesel ölçekte kentleşme ve kentlileşme sürecinin Cumhuriyet ile başladığını belirterek şunları aktardı: “Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Ankara’nın imarı modern bir kentin nasıl olması gerektiğini örneklerken dönemin yayınlarında ve toplumsal ortamında da kentli olmanın nasıl bir davranış olduğunun örneklemesi ve hatta bunun öğretilmesi çabası vardır. Ankara ile birlikte Adana, İzmir, İstanbul gibi birçok kent için yabancı şehircilik uzmanlarına hazırlatılan kent planları da ülke ölçeğinde geniş coğrafyaya yayılmış tek merkezli olmayan bir kentleşme arzusunu göstermektedir. Ancak kuşkusuz kentli olmak, diğer bir deyişle kasaba ya da köy kültürünü bırakarak kentlileşmek o kadar da kolay yaşanan bir süreç değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yavaş yavaş, 1970’lerden itibarense çok hızla süren köyden kente göç sürecinde kentlerin gecekondularla çevrildiği, kentli olmayan kültür gruplarının kentlerin sağlıklı gelişmesini engellediği dile getirilir. Ama bu süreçte göçle gelinen kentlerin mekânsal ve kültürel anlamda kent işlevini ne kadar yerine getirdiği, yerleşik kentlilerin ne kadar kent kültürü bilincine sahip olduğu da bir soru işaretidir”. Eres, Türkiye’nin kentleşme serüveninin iki boyutta tanımlanabileceğini söyledi: “Bunlardan biri, bir ilin köylerinin o ilin merkezine göç etmesi, diğeri çok farklı coğrafyalardan insanların, başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir, Mersin gibi ticari merkezlere göç etmesi”.

Arkeolojinin aktörleri birbirinden kopuk

Arkeolog Doç. Dr. Ahmet Yaraş, “Yerel Yönetimler ve Kültürel Miras” başlıklı bir sunum yaptı. Yaraş, Müslüman mahallesinde salyangoz satacağını ve ‘çanak çömleğin’ insan yaşamı için ne kadar vazgeçilmez olduğunu anlatacağını belirterek konuşmasına başladı. “Biz kentsel arkeolojinin aktörleri ne yazık ki birbirinden kopuk, bağımsız bir şekilde çalışıyoruz” diyen Yaraş, şunları aktardı: “Kalkedon kenti (Kadıköy) 720’lerde Megaralılar tarafından kurulmuş üç büyük kentten bir tanesidir. Kalkedon’a ait bu ilçeyi gezdiğiniz zaman doğru dürüst bir tek kalıntıya rastlamazsınız ve bunu yapan da sosyal demokratlar, yerel yönetimlerdir. Mimarlar bir proje yaptıkları zaman ilk yaptıkları şey hemen inşaat alanının etrafını ya bir tahta ya da bir sacla kapatmaktır. Bu orayı toplumdan kopartmak için özellikle yapılır. Çünkü içerideki araziden çıkan kültür mirasıyla oradaki toplumu birbirinden uzaklaştırmak isterler. Bugün Kadıköy’de ‘güvenlik nedeniyle” böyle sacla kapatılmış pek çok alan vardır ve bunu da mimarlar yaparlar. Bugün ister Tarihi Yarımada’da olsun ister Kadıköy’de olsun pek çok binada, yasal ve gayri yasal bir şekilde aşağıya, yerin altına doğru inme gibi bir politika vardır -mimarlarda ya da arazi sahiplerinde-. Dolayısıyla aşağıda ne varsa hörgücüyle götürürler. Sonra da tarihi miras, kültürel miras tartışılır durur”.

Bir katliam yaşandı Sulukule’de

Sulukule’nin arkeolojik boyutuna dikkat çeken Yaraş, “Hasbel kader İstanbul Arkeoloji Müzesi’nden bir uzman arkeolog Sulukule’de görev yapıyor ve buradan Helenistik döneme ait eserler çıkmaya başlıyor. Bunun üzerine uzman, derhal Antep’e görevlendiriliyor. Bir buçuk aylık süre içerisinde Sulukule’deki bütün alan hercümerç ediliyor ve bunun ardından uzman tekrar eski görev yerine dönebiliyor. Bir katliam yaşandı Sulukule’de. Sur içerisinde kültürel mirasın katliamına tanık olduk ve hiçbir şey yapamadık. Şu anda çok gündemde olan bir başka katliam; surların etrafındaki bostanlar; birkaç işsiz arkeolog kullanılarak o bostanların nasıl yok edildiğine tanık olduk. Kepçelerle çalışılan o alanlarda büyük bir katliam yaşanıyor... Marmaray Projesi'ne gelecek olursak; bu proje kentsel arkeoloji açısından bizim yüz aklarımızdan bir tanesidir. Ancak bu konuda ne kadar mücadele verildiğini, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde ciddi bir mücadelenin sonunda antik yerleşim alanına ulaşıldığını bilmek gerekiyor ve orada çalışan meslektaşlarımızı da kutlamak gerekiyor. Ama sonunda ne oldu; yüz binlerce etütlük nitelikteki eser, oranın kötü koşullarında bekletiliyor. Kasalardaki tasnif edilmiş eserler, yakın gelecekte çöp niteliğine kavuşacaklar” şeklinde konuştu.

“Halk bu denklemin neresinde?” diye soran Yaraş, sözlerine şöyle devam etti: “Birkaç güzel süreç yaşadık 27 Mayıs ile birlikte; Gezi olayları hepimizi umutlandırdı. Yeniden bir silkiniş mi yaşıyoruz diye düşündük. Ama halkımız hep ‘dur bakalım ne olacak?’ diyerek günü geçiriyor; rüşvet, yolsuzluk, baskı varken. Sanki toplum bir illüzyon izliyor; 1980 sonrası 34 yılın getirmiş olduğu bileşik baskılardan sonra toplum yaşamına kast olduğunu çok net olarak görmek gerekiyor. Peki çözüm ne diyorsanız; çözüm sokak. Başka bir şey değil…”  

Paldır küldür molozlarla kapatıldı

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık, kamunun doğal varlıklar üzerindeki düşünceleri, hareket tarzından bahsetti, yok olup giden doğal varlıklarımıza ve tarım alanlarımıza vurgu yaptı. Yedikule Bostanları’na değinen Atalık, şunları söyledi: “Bizans’tan bugüne gelen, Osmanlı’dan bu yana kullanılan, kuyuları Osmanlı yapımı olan Yedikule Bostanları’nın kuyuları ilgili kurumlar tarafından tescil edilmedi. İsmail Paşa Bostanı, Sadrazam Bayram Paşa Bostanı’nın üzerini iki metrelik molozlarla kapattılar. Dünyada belki de tek tarihi bostan niteliğini taşıyan bu bostanlarının üzeri, Koruma Amaçlı İmar Planları’nda “Durumunu muhafaza eden bostanların tarımsal niteliği korunacaktır” hükümlerine karşın paldır küldür molozlarla kapatıldı ve buralara kafeler, otoparklar yapılması planlanıyor. Hâlbuki yurtdışından her sene ortalama iki yabancı heyet gelir; ya çiftçiler ya da o ülkenin tarım kamu otoritelerinin grupları gelir, bizi ziyaret ederler. Ve sordukları ilk soru şu olur: ‘Kent içi tarım alanlarınızdan bir örnek görebilir miyiz?’. Birazcık kültürel hassasiyetimiz olsa bu insanlara gösterilebilecek, tarihi boyutu da olan bu yerleri ihya etmek varken üstlerini molozla örtüp otopark, kafe yapmayı tercih etmezdik. İnsanlar ürünlerini bile hasat edemeden geldiler ve üzerlerini molozla örttüler. Bunu yaparken de hep ‘ecdada saygı ve ecdada sahip çıkmaktan” bahseden arkadaşlar, oradaki çiftçileri ikna etmek için Bizans bostanlarını doldurduklarını, Osmanlı bostanlarına dokunmadıklarını söylüyordu.”

30 milyon dekar tarım arazisi kayıp!

Atalık, İstanbul’un tarım arazisi alanlarıyla ilgili şu bilgileri aktardı: “İstanbul’un 130 bin hektar tarım arazisi gözüküyor kayıtlarda; ama TÜİK’e (Türkiye İstatistik Kurumu) bakınca 70 bin hektar tarım arazisi kaldığını görüyoruz. Gerisinin ne olduğunu bilmiyoruz. Türkiye’de 30 milyon dekar tarım arazisi yok ortada. Çiftçi ekmiyor, tarım dışına mı gitti, boş mu duruyor; bilinmiyor. 30 milyon dekar, Avrupa’da Belçika’nın yüzölçümüne eşdeğer bir miktar. Belçika kadar tarım arazimiz yok, ne olduğu bilinmiyor.” İklim değişikliği ve su kaynakları konusuna değinen Atalık, “İklim değişikliği, iklim kuşaklarının kayması göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin güneyinin hem su açısından, hem sıcaklık açısından, hem tarımsal üretim açısından kavrulacağı; kuzeyinde daha ziyade tarım arazilerinin ve yağışların bulunacağı, nüfusun da kuzeye yöneleceği düşünüldüğünde Türkiye’nin özellikle kuzey kesimlerinin çok iyi planlanması gerekiyor; hem nüfusu yerleştirmek, hem su kaynakları, hem tarım arazileri açısından. İstanbul’da barajların doluluk oranı yüzde 33’e düştü. Hidrolojik kuraklık mı başladı deniyor. İstanbul’da 20 milyon gayri resmi nüfusa su yetiştirmek mümkün değil ki. Yunanistan’ın toplam nüfusundan iki milyon daha fazla nüfusu var İstanbul’un ve bu nüfusa su kaynaklarının yetmesi mümkün değil” şeklinde konuştu.

 

http://www.yapi.com.tr/haberler/cozum-ne-diyorsaniz-cozum-sokak_116453.html

Read Comment Section
1 Yorum Yorum Yaz
  • he ya çözüm sokak çıkın sokağa marjinal örgütleri katın içinize ortalığı yakın yıkın.avrupada hak arama böylemi?ALLAH AKIL FİKİR VERSİN SİZLERE YANITLA
1 yorumdan 1 tanesi gösteriliyor. 
Yorumunuzu ekleyin
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!