Günkut Akın İle Mimarlık Eğitimi ve Öncesi Üzerine
“Mimarlık eğitiminde gerçekte neyin eksik olduğunu anlamak için diploma jürilerine gelip bakmak yeterli.” www.yapi.com.tr’de okuduğum bir söyleşinizde şöyle bir ifade kullanmışsınız: Mimarlık farklı bir lise eğitimi gerektirir. Çok yakın bir tarihte televizyonda Haliç Üniversitesi rektörü, mimarlık fakültesi için ÖSS veya Özel Yetenek Sınavı yoluyla başvuran adayların sanat, edebiyat, resim gibi sanat dallarına dair ve dolayısıyla genel kültürlerinde muazzam bir bilgi açığı olduğunu dile getirdi. Sizce mimarlık eğitimi nasıl bir süreç olmalıdır? Öncelikle, yalnızca lise eğitiminin değil Türkiye’deki tüm eğitim aşamalarının baştan aşağıya sorunlu olduğu bir gerçek. Ama mimarlık ve belki insan bilimlerine ilişkin bir kaç disiplinde de aynı ihtiyaç söz konusu. Bu alanlar çok miktarda görgü, kültür gerektiriyor ve ülkemiz bu açıdan çok zayıf. Türkiye’de bütün eğitimin yapılanması sırasında insan bilimleri payının giderek azalması –ve hatta çökmesi– eğitim kültürünün çökmesine neden oldu. Çökünce zaten ilk olarak kültürel alan çöküyor ve geride büyük bir boşluk bırakıyor. Bu anlamda büyük bir açık var. Öncelikle eğitim çok kısaldı; dört yıl imkansız, Tükiye için daha da imkansız. Bir ikincisi de çok daha genel, tüm dünya için geçerli bir nokta –ki pek farkına varılmış gözükmüyor– modernlikle ilgili bir sorun. Önceleri mimar çok daha fazla kültüre ve daha da çok kendi kültürüne bağlıydı. Bu çok eskiden gelen meslek üzerine bir felsefe oluşturacak kadar düşünce üretiliyor, felsefe kadar mimarlık da kendi üzerine düşünüyordu. Ve bu Rönesans’tan sonra giderek artan bir tempoyla devam etti; sadece 19 .yy’da karşımıza çıkan düşünce üretimi muazzam. Modern mimarlık ise eski ile bağlarını koparttığında sadece mimarlığın pratiği ile, mimarlığın fiziksel olan tarafıyla olan bağlarını koparttı diye düşündük. Bunu başta hiç umursamadık, sonra hayıflandık. Ama giderek anladık ki aslında büyük kayıp mimarlığın kuramıyla, mimarlığın ‘kendi üzerine olan düşüncesiyle’ de bağlarını kopartmış olmasıydı. İşte o “kendi üzerine düşüncesi” kısmını attığımız o büyük boşluk oluştu. Sonrasında da “tasarım- kara delik” gibi kuramlar otaya çıktı. Tamamen boşlukta yüzen, tasarımın nasıl olacağını hiç bilemediğimizi var sayan bir kuramlar zinciri... Felsefe ile olan ilişkimiz boşu boşuna, felsefe zaten kendi sorunlu bir alan. Oradan medet umduk, ama buna hiç gerek yoktu, çünkü ‘mimarlık’ kendi üzerine düşünmelidir. İşte o düşünce olmayınca mimarlık eğitimi de olmuyor. Bizim bir şekilde arada oluşan farkı kapatıp, yahut üstünden atlayıp, bıraktığımız yerden tekrar eklemlenmemiz gerekiyor. Bu olmadığı zaman mimarlık adına çıkan ürünler havada kalıyor; açıkcası öğrencilerimizin mimarlık donanımını çok yetersiz buluyorum. Bu yaşlı bir hocanın yakınmasının ötesinde bir şey ve maalesef giderek artıyor.
Peki sizce öğrencilerin hem tasarım hem de kuram alanındaki bu eksiklikleri ülkemizdeki mimarlık yayınlarının azlığından, mimarlık arşivlerinin yetersizliği ve yakın tarihimize karşı anlaşılamaz ilgisizliğimizden de kaynaklanmıyor mu?
Tabii, tabii. Mesela yayın eksikliği diyoruz; mimarlığın kolayca yapılabileceğini veyahut kara delik olduğunu varsayan yaklaşımlar yayın da gerektirmiyor ki...Bir boşluktasın zaten, ne yayını; okunacak bir şey yok, bilinemez bir şey zaten tasarımın nasıl yapıldığı...Birden insanın içinden bir ilham mı geliyor, nasıl oluyor bilemiyorum ama bu kendi üzerine yeterince düşünmemektir. Edinmemiz gereken, felsefe ile ilgilenmesek bile, bir felsefeci gibi düşünceyi yarıda kesmeme ve sonlandırma alışkanlığıdır. Hayatımız üzerine nasıl düşünüyorsak mimarlık üzerine de benzer bir sistematikle düşünmemiz gerekiyor. “Bunu böyle görürsek arkasından nasıl bir sakınca oluşur?” demek kadar basit bir düşünce bu. Günümüzde mimarlık eğitiminde gerçek anlamda eksik olan bu şeyi görmek için diploma jürilerine gelmek, bakmak yeterli.
Gündelik yaşantımızda da benzer bir sıkıntıyla karşılaşmıyor muyuz zaten? Aldığımız eğitimden bağımsız olarak “düşünmek” eylemi pek içimizden gelmeyen bir şey. Sorgulamak, analiz etmek, araştırmak ise hiç bir şekilde teşvik edilmiyor...
O açıdan, kuşkusuz, Türkiye’nin yapısal bir sorunu var. Biz geç modernleşen
bir ülkeyiz. Modernite, hiç başka bir yararı dokunmamış olsa bile, insanların
rasyonel düşünmesini sağladı. Bu gerçekleşemedi, olacakken de geri döndü. Belki
ileride bugünün üzerine bir rasyonellik kurulabilir .
“Üniversitelerimizin şimdiden yeni bir kütüphane için projelerini hazırlanmış olmaları gerekirdi.” Yurtdışında pek çok üniversitede araştırmacı olarak bulundunuz. Bizlere bu araştırmalardan söz eder misiniz? Ne üzerine bilgi toplamak için bulundunuz ve nerede? Her seferinde farklı bir yerdeydim, bir kısmı da çok geride kaldı ama bu son gittiğimde tamamen amaçsız gittim. Hiç bir araştırma konum yoktu ama kafamda olan bazı şeyler vardı, yazmak istediğim makaleler vardı. Büyük bir şey değil, kitap boyutu asla değil. Makale yazmak istiyorum ileride belki bir kaç tane. O konularla ilgili küçük araştırmalar yaptım ve bunlar sistematik araştırmalar değildi pek doğrusu. Bu son sefer 8 ay kaldık orada; bunun 3 ayını ben tamamen İngiltere koşullarına ayırdım; benim eksikliğim vardı o açıdan. Bir 19.yy İngiltere’sindeki kuramlar, Ruskin ve devamı, pratikle kuramın ilişkisi gibi konularda bilgilendim. Tamamen yine rastlantısal oldu bu konunun başlangıcı. Sonra yine eksikliğini duyduğum hatta öyle bir konuda ders açmak istediğim sömürge sonrası kuramı ile ilgili bir şeyler okudum. Romamtizm ile ilgili yine bir şeyler okudum ama çok fazla küçük küçük şeyler okudum, hiç bir alana girmeyen ama makalelerden birine belki yardımcı olabilecek bir mimarın veya az tanınmış ressamların peşine düştüm. Peki orada araştırmalarınız sırasında elde ettiğiniz olanakları nasıl değerlendirebilirsiniz? Ülkemizdekilerle ne denli karşılaştırılabilir? Kütüphane olanakları deyince gerçek bir kitaplığın nasıl olması gerektiğini bilmek gerekiyor ve bu Türkiye sınırları dışına çıkınca başlayan bir şey. Bu, teorik anlamda ve hatta pratikte de ulaşılamayacak bir kitabın olmaması anlamına geliyor. Her hangi bir dönemden, her hangi bir zamanda her hangi bir yerde çıkmış bir kitaba ulaşamamak diye bir sorun yok. Felsefeden bahsettik ya –düşüncenin hiç durmaması, devamlı birbirini kovalaması–; bir araştırma başka türlü olamaz zaten. Her türlü kaynağa ulaşma olanağının önünde hazır bulunması gerekiyor araştırmacının. Benim gittiğim kent, Amerika’nın ilk başkenti Philadelphia, dolayısıyla çok eski bir üniversitesi -University of Philadelphia (UPENN)- ve kütüphanesi var. Bildiğim kadarıyla her sene 40.000 yeni kitap giriyor UPENN kütüphanesine... Olabilir, ve bu korkunç bir rakam. Kampüsün en büyük binası kütüphane yapısı ve şu kadarını söyleyebilirim ki, oranın “Çin” bölümündeki kitaplar bizim İTÜ mimarlık fakültesindeki kitaplar, dergiler ve yazılı materyallerin hepsini içerebilecek büyüklükte. Sadece Çince, hiç anlamadıkları bir yazıyla yazılmış kitapları alıp bir yere diziyorlar. Mesela 1820’lerde yayınlanmaya başlamış bugün hala yayınını sürdüren bir Fransız dergisi var, yılda 4 sayı halinde 800-1000 sayfa arası kalın ciltle çıkan bir yayın. Bunu o tarihten bugüne toplamışlar ve isterseniz 1860 yılında yayınlanmış bir sayıyı alıp fotokopisini çektirebiliyorsun. Bu tabii bizim aklımızın hayalimizin almadığı feci bir şey. Böyle bir yerde de aslında hocaya fazla ihtiyaç yok. Bir de o var tabii, kütüphane personelinin sayısı öğretim üyesi kadrosu kadar neredeyse. Her bir bölümün başında doktora öğrencisi, doçenti, yardımcı doçenti kitap seçmekle meşgul. Dolayısıyla bu noktada eğitimcilerin taşıdığı sorumluluktan da bahsedebiliriz, değil mi? Evet ama sorumluluğu şöyle oluyor, en fazla kitaba yöneltiyor ve o da okuyor. Mesela biz bir 10 sene önce bir reform yaptık üniversitede; kredileri düşürdük hep beraber. Dört yıllık eğitim boyunca alınması gereken derslerin sayısı azaldı. Bu niye yapıldı; yeni bir sisteme geçtik ve bu sistemle amaçlanan hocanın yükünün, derse fiilen katkısının azalması ve öğrencinin boş vaktinin kalması, bu boş vakitte de araştırma yapması ve derse hazırlıklı gelmesi idi. Bu hiç yürümedi. Peki sizce bu yalnızca öğrencinin “tembelliği” kaynaklı bir şey miydi? Öğretim görevlisinin hiç payı yok mudur?
Hayır, ikisi de vardı. Ben de dersi kendim anlatmaya alışmışımdır. Gerçek anlamda katılan öğrenci çok az olduğu için sıkılıyorum, diğer türlüsünü tercih ediyorum. Ama bu sistem değişmeli, aslında berbat bir sistem. Öğrencinin kendi kendine araştırma deneyimine sahip olması ve ondan sonra da başında hoca olmadan devam edebilmesi önemli.
Zaten üniversite eğitimi dediğimiz şey de tam olarak bu değil midir?
Kesinlikle. Herkesin kitap talep etmesi ve bu kitaplar için de yer talep edilmesi gerekir. Bizim üniversitelerimizin şimdiden yeni bir kitaplık için projelerinin hazırlanmış olması gerekirdi; yeni mekan lazım buralara. Şu anda bir hoca kitaplarını bağışlamak istese almıyorlar, çünkü yer yok.
O halde sorumuluktan burada tek taraflı da bahsetmemiz mümkün gözükmüyor.
Elbette öyle. Üniversiteler çok daha büyümeli, çok daha fazla paraya sahip olmalı. Fakat durum çok değişti, son 10 yılda olumlu yönde de değişiklikler oldu, onu da
söylemeliyim. Bizim fakültelerimizde durum böyle. Çok daha fazla kitap alındı ama yeterli de değil çünkü sistematik değil.
“Laf aramızda öyle bursiyerler görüyorum ki, şaşıyorum 'Bunlar nasıl gelmiş?', 'Bizimkiler neden gelemiyorlar?' diye...” Ülkemizde belli başlı kütüphanelerden yararlanmak veya arşivlere girebilmek için bir ünvanınızın olması gerekiyor. Hazırladığınız araştırmanın amacına göre kitaplıklardan yararlanma dereceleriniz değişiyor. Yurtdışında da benzer kısıtlamalar mevcut mu? Evet. Tabii ki bu anlamda değil, böyle bir hiyerarşi içinde değil ama bazı kısıtlamalar orada da oluyor. O da her şeyin özelleşmesinden kaynaklanıyor, muazzam bir yatırım alanı kitaplık. Ticari bir meta olarak da görüyorlar kitaplarını ve öyle kullandırtıyorlar. Ama üniversite öğretim görevlisi değilseniz, belli bir para karşılığı tüm kütüphanelerden faydalanma hakkına sahipsiniz. Benim örneğin faydalanma hakkım vardı. Eşim dolayısıyla refakatçi sıfatıyla orada bulunuyordum ama öyle olduğu halde bana bir “misafir araştırma görevlisi” kartı verdiler ve o kartla bana her türlü hizmeti verdiler. Arama motorlarından çok nadir bulunan makaleler aradığımda 2-3 gün içinde evimdeki bilgisayara gönderiyorlardı ve ben onları kendi yazıcımla bastım. On yıl önce de gittiğimde de bir hafta içinde zarfla postalanıyordu. Şimdi elbette çok daha çabuk gerçekleşiyor ve çok nadir bulunan şeylerden söz ediyoruz. Örneğin Tunus’ta çıkmış 1960 tarihli bir derginin ilk sayısındaki bir makaleyi aradım ve üniversitede yoktu. Buna rağmen 3 gün içerisinde bulundu ve geldi. Peki doktora veya daha üst akademik aşamalar için yurtdışında araştırma yapmak isteyenlere ne gibi önerileriniz olur? Mesela sözünü ettiğiniz izinlere ne şekilde ulaşmalılar? Konuk olarak kabul edilmek, kurumlar arası ilişkiler yoluyla gitmek gerekiyor. Bağımsız olarak gitmeyi hiç tavsiye etmem. Peki nasıl bir mekanizmadan bahsediyoruz? Bursla gidilebilir. Bursla bağlantılı olarak bazı başvurular yapıyorsunuz ve bir kabul gönderiyorlar size. Zaten kişilerin kendi olanaklarıyla gitmelerini akıllıca bulmuyorum çünkü o sizi yarışmanın dışına çıkarıyor. Öğrenci de yarışmalı. Burs bulunabilir ki bir sürü insan burs buluyor. Üniversiteler bunu sağlıyor, Fullbright gibi veya UNESCO bünyesinde başka ülkelerden alınabilen özel burslar var. Bunun dışında ismi olmayan devlet bursu niteliğinde burslar var. Aynı zamanda Türkiye yolluyor; YÖK bursu var örneğin. Bu kanallardan inanılmaz miktarda insan araştırma yapmaları için gönderiliyorlar. Ve katiyen ulaşılamayacak şeyler değil bunlar. Bizler sanırım fazlaca büyütüyoruz bu gibi imkanları gözümüzde, kendimizi “değer” veya “yeterli” görmemek gibi bir defomuz var. Laf aramızda öyle bursiyerler görüyorum ki, şaşıyorum “Bunlar nasıl gelmiş?”, “Bizimkiler neden gelemiyorlar?” diye...Bir yığın genç insan var orada, niteliklerini de görüyorum haliyle. Yarışmak gerekiyor onlarla, bir yerlerden sızıyorlar ve ulaşıyorlar imkanlara. Çok da iyi yerlere devlet burslarıyla gidiliyor.
|