Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.

Korhan Gümüş: Özgürlükçü Kamu Modeline İhtiyaç Var

Kent ve kentsel dönüşüm üzerine çokça kafa yoran, konu kent ve kentsel dönüşüm olduğunda sıkça görüşlerine başvurulan Mimar-Kent Aktivisti Korhan Gümüş’ten biz de görüş aldık.

Korhan Gümüş: Özgürlükçü Kamu Modeline İhtiyaç Var


İstanbul neden sorunlarını çözemiyor? Modernleşmenin getirdiği sorunlar mı bunlar?

İstanbul’da insanların daha rahat şekilde yaşaması lazım, ulaşım sorunlarının olmaması lazım. Şehir hem bu kadar zenginlik üretiyor hem de sorunlarını çözemiyor. 19. yüzyıl ortalarından itibaren bakarsanız; kentin nüfusu 2.5-3 kat artıyor, fakat ulaşım sorunu giderek kolaylaşıyor. Şehirde büyük bir ulaşımsızlık varken geleneksel üretim ilişkileri içinde, birden tarifeli seferler ortaya çıkıyor, enerji konusunda büyük bir sıçrama oluyor. Şehir halkı mutlu olmaya başlıyor. Dolayısıyla bu sorunlar, modernleşmenin getirdiği sorunlar şeklinde açıklayamayız. Bu sorunlar, piyasaya terk edilmiş bir şehrin görüntüsü; şehir bir enkaz haline geldi. Çözüm diye yapılan her şey bir sorun. Mesela TOKİ konutları bir şehir oluşturamaz. Bunların hepsinin çöp olduğunu açıkça söylememiz lazım. TOKİ’ye “ne kadar çok konut üretmişsin, ne kadar iyi” diyen aydın bir kesimimiz var. TOKİ’ye çöp ürettiğine dair ayna tutacak birileri yok. Kimse onu eleştirmiyor. Basitçe bir siyasi probleme indirgiyorlar. TOKİ bir kamu kuruluşu. TOKİ’nin kent üretiminde nasıl işbirliği yapacağını ciddi bir şekilde tartışmamız lazım. Böyle bir kamu mekanizması dünyanın her tarafında var. Burada kamu politikalarının çökmüş olduğunu görmekteyiz.



Sorunlarla baş edebilmenin yolu nereden geçiyor?

Entelektüel kesim görevini yapmıyorsa, statükoyu temsil ediyor ve bu sistemi sorgulamıyorsa tepki halktan geliyor. Taksim için bile milyonlarca kişi harekete geçti. O meselenin ortaya koyduğu sorun hala kapanmadı. Türkiye’de bir an önce siyasi bir alternatif ortaya çıksa ve halka bunu anlatabilse, halka şiddet uygulamasa... Muhalefetin, iktidardan daha az şiddet üretmesi gerekiyor. Kültür mirası adı altında halka yalan söylenmese. Çünkü halk korumadan, kültür mirasından söz edenlerin aslında kendisine işkence yapıp zorluk çıkaranlar olduğunu biliyor. Aydın kesimi o şiddetten vazgeçse muazzam bir potansiyel ortaya çıkar ve siyaset yenilenir. Sistemi yenileyen sadece doğal afetler, insanların yaşadığı ekonomik kriz, savaşlar değildir. Bunlar insanların meseleleri sorgulamasına yol açar; ancak esas karşılaştığımız çetrefilli sorunlarla baş etme donanımını sağlayan ve kalıcı olan bilgidir. Sorunlarla başa çıkmak bağımsız bir düşünce ve çoklu bir ortam gerektirir. Örneğin; Sulukule’de diğer alternatifler neydi? İngiltere’den gelen London College Üniversitesi bunu gösterdi. İstihdam yapısını analizle giriştiler işe. Belediye o sırada projeyi yapmamıştı bile. Projeyi yaptıktan sonra eleştirmek kolay. Kiracılar burada yaşayamıyor, halk buradan gidiyor demek sonuçları görmektir. Bunu yapmak da onurlu bir şeydir. Bu şiddetin sonuçlarını da görüp analiz etmek lazım. Ama baştan şiddetin geleceğini görmek gerek. London College Üniversitesi’nden gelen insanlar gönüllü olarak, bir çıkarları olmadan bu işi yaptılar. Sulukule’de ekonomik bir kırılma yaratmadan insanların yaşam çevresinin iyileşebileceğini çok boyutlu bir çalışma yaparak gösterdiler. Bu tip çalışmalara ihtiyaç var. O sırada Türkiye’de, üniversitede görev almış insanlar ne yapıyordu? Onlar Sulukule’de halkla ilişki kurmadan villa gibi yapılar tasarladılar. İçinde hobi salonu olan, altında iki araçlık garajı olan... İnsanlara şiddet uygulamayı peşinen kabul etmişlerdi. Sorun buradan başlıyor. Oradaki insanların elinden tutsalardı ve insanlar dirençli hale gelselerdi oraya Fatih Belediyesi dokunamazdı. Ben bunu gözümle gördüm; belediye köşeye sıkıştı. Avrupa Parlamentosu’na gittik, Avrupa İskan Fonu destek vermeyi kabul etti. Projeyi, Kültür Başkenti Programı’na kavga ede ede koydurduk. İstense engellenebilirdi. Ama bir de bakıyoruz ki tüm o kapasite, çıkarlar doğrultusunda “kendime nasıl bir pay çıkarabilirim?” meselesine dönüyor. Sonuçta da geriye cılız bir itiraz kalıyor.

İstiklal’den nasıl bir sonuç çıkar sizce? Başarılı bir dönüşüm olması mümkün mü?

Kentsel dönüşüm projeleri ile birlikte İstiklal Caddesi’nde kira fiyatları çok arttı. Kimse burada oturamaz hale geldi. Şiddetle değil ama ekonomik zorluklar sebebiyle insanlar taşınıyor. En düşük kira potansiyelini belediye yok etti. Burada yoksullara yer yok dedi. Tarlabaşı projesinde de adım adım piyasaya teslim oluşu görüyoruz. Belediye bunu kolaylaştırdı. Venedik Belediye’si ne yapıyorsa tam tersini yaptı. Venedik, insanlar kenti terk etmesin diye uğraşıyor; zenginler gelip buradan ev almasın diye ilan veriyor. Onların da duyarlı insanlar olduğunu düşünüyor. Burada ise belediye aracılık ediyor, komisyoncu gibi satıyor her yeri. Ve bunu başarı olarak görüyor. Onun kafasında turizm böyle bir şey. Bu at gözlüğü ile bakmaktır dünyaya. Burada bir körlük var. Bu körlüğün sonuçlarını halk öder. Hep birlikte görürüz; buradan bir başarı hikâyesi çıkmayacağı çok belli.

Kent çok farklı bir şeydir. Fransız Sokağı gibi olur her yer. Zaten ilk orada başladı model. Ve bunu desteklediler. Türkiye’de proje üreten kesimlerin kafasındaki model de buydu. Sadece siyasetçiler yapmadı bunu; Türkiye’nin elitinin, bu konuda fikir üreten kesimin kafasındaki model zaten Fransız Sokağı ve Tarlabaşı modeliydi. Onlar bunu olumladılar. Yıllardır okulda bunu anlatıyorlardı. Çarpık şehirleşmeye karşı onların kafasındaki şehir modeli; kendi çıkarlarını maksimize ettikleri bir savunuydu. Bunu siyasetçiler de benimsediler. Mutenalaştırmayı onların teşvikiyle yaptılar. Ama ilk kazmayı vurduklarında kriz yarattı; Sulukule’de, Ayvansaray’da, Tarlabaşı’nda kriz yarattı. Yani aslında kolay yürümüyor. Afet Yasası ile iş daha da genişledi. Her yer kentsel dönüşüm alanı; yani İstanbul’un yüzde 70’i. Çorbanın yüzde 1’i olan kaşıkta ağızları yandı bunun farkında değiller; şimdi kızgın tencereyi kafalarına dikmeye çalışıyorlar. Onun için de bir türlü adım atamıyorlar. Ancak rantı paylaştırarak halkı ikna etmeye çalışıyorlar; müteahhitlerin Fikirtepe’de yaptığı gibi “burası çok değerlendi, biz böyle yaparsak siz para kazanacaksınız” diyorlar. Ama para temel şey değildir; insanların çalışmaya, yaşamaya ihtiyacı vardır. Öyle bir dönüşümle Tarlabaşı’nın ne hale geleceğini görürüz. Talimhane gibi bir yer olur burası da. Bu yönetim, yönetebilecek zekâya sahip değil. Ben bu zekânın dönüşeceğini zannediyorum. Çünkü bazen şartlar zekâyı etkiler…


Kentsel dönüşümle birlikte kültürel mekânların da tasarımı planlanmalı; bu bağlamda bir şeyler yapılıyor mu ya da neler yapılması gerekir?

Neoliberal sistemin ilk işareti piyasalaşmaya karşı, entelektüel çevrede bir direnç ortaya çıktı. Bir taraftan çok sayıda STK kuruldu. Bunların içerisinde hem siyasi konularda fikir üreten STK’lar hem de kültür alanında üretim yapan STK’lar var. Kamu bunu desteklemediği için bunların hepsi filantropik (hayırseverlik) alana doğru kaydı. Türkiye’deki popülist siyaset, entelektüel üretimi zenginlerin uğraşı gibi göstermek için, kendi özgür keyfiyetini korumak için, istediği projeleri yapabilmek için entelektüel sorgu alanını tamamen özel alana izole etti. Bu yüzden biz bu İstanbul Bienali, İstanbul Festivali gibi etkinlikleri olumlu bir gelişme gibi gördük. Bu faaliyetlerin belediyeyle bir alakası yok; belediye İSMEK kursları yapıyor, Tarihi Yarımada planları yapıyor, semt konakları yapıyor, buralarda halka biçki, nakış, dikiş öğretiyor. Belediyenin böyle bir gayreti var. Böyle bir potansiyel varken kültür ve sanat tamamen kamu hayatından tamamen çekildi. Özel alana izole oldu ve biz de bunu önemli bir gelişme olarak gördük; ne güzel sermaye yatırım yapıyor, devlet gölge etmesin başka ihsan istemez dedik. Tepebaşı’nda ip koptu; Suna-İnan Kıraç Vakfı, o büyük konser salonunu yapmak istediğinde bunun gerçekleşebileceğini ve kamunun da buna destek olacağını zannetti. Kamu ona çok komik tekliflerde bulundu; sen buradaki otoparkı işletmek istiyorsun gibi çok küçük hesaplarla karşı çıktı. Ve orayı otopark olarak kullandı; kamunun orayı otopark olarak kullanması şehircilik açısından bir faciadır. Eğer üniversite hocaları şehircilikten çok iyi anlıyorsa, arabalarını oraya park etmemeliler. Bana da neden oraya park etmediğimi sordular. Kentin en değerli mekânını otopark olarak kullandılar ki bunlar şehri planlayan hocalar. Demek ki burada bir zekâ problemi var. Belediye sanki bir test yapıyor kim şehircilikten anlamıyor diye. Entelektüel üretim ile kamusal faaliyetler arasında bir kopukluk var; onlara da bir parmak bal verince işlerini yaptıklarını zannediyorlar. Tarihi Yarımada’nın alan yönetim planını hazırladılar, belediye onu uygulayacakmış. Alan yönetim planı böyle bir şey midir? Zaten her an uygulama ile iç içedir. Oradaki insanları bilgilendirir ve onları işin içine katar. Böyle bir reçete değildir. Alan yönetim planını bile anlamadılar bunu hazırlayan kişiler. Alan yönetim planı tam da bu seksiyonlaşmaya, kamu zekâsının bu şekilde ayrıştırılmasına karşı ilişkisel bir bakış sağlayan bir ilaçtır. Hazır elimizde Yenikapı’da bir fırsat da var; büyük bir transfer merkezi yapılıyor. Hiç olmazsa orada bir mikro bölgeleme yapılabilir ya da kara surları için bir çalışma yapılabilir. Bu potansiyeli yaratmak için biz çırpındık. UNESCO meselesini gasp eden insanlar bunu özellikle kapatıp teknik bir iş gibi gösterdiler, bir restorasyon işi gibi. Bu yüzden halk bir şey anlamadı. Bu kültür alanında yapılanların halktan yalıtılması meselenin örtülüp gizlenmesini sağlıyor. Kültür çalışmalarındaki geri çekilme önceden belliydi. Çünkü piyasaya teslim olursanız bu şirketler para kazanacak. Kültür ve halkla direnmek gibi bir amaçları yok. Büyük kentsel dönüşüm projeleri yapan şirketler, şan ve şeref için reklam amaçlı küçücük bir bütçe ayırarak Beyoğlu vitrininde gözükmek istediler. Ama bu sürdürülebilir olmadı. Tıpkı 19. yüzyıl piyasa aktörlerinde olduğu gibi. Çünkü burada bir potansiyel güç var. Burası insanların sanatla uğraştığı o eski boş mekânlar değil artık. Eskiden sanatçılar bu yüzden gelirdi; ucuz atölyeler için. Rumlardan kalma mekânlara el koyup onları kendi özel atölyelerine dönüştürürlerdi. Şimdi öyle değil. Uluslararası sermaye ve kent merkezinde değerli bir boşluk olarak gözüyor burası. Kültürü de itelemeye başladılar. Çükü onun da para anlamında bir getirisi yok. İKSV Deniz Palas’ı daha yeni yaptı. Otel olarak daha değerli olacağını fark edince, gidip daha ucuz bir yerden başka bir bina alıp değiş tokuşta kar edeceğini düşündü. Piyasa aktörlerinin kafası böyle çalışır. Emek Sineması’nın yıkılması da öyle. Birtakım değişiklikler yapılabilirdi projede ya da yıkılabilirdi de; biz ön yargılarla hareket etmeyelim. Ama müteahhit tarafından bu kararların verilmesi ve onun mantığı ile biçimlenmesi kente yapılan bir haksızlıktır, ayıptır bu. AKM için de aynı şey geçerli. Bu yüzden bir çözüm bulunamıyor. Düşünelim, bir fikir üretelim ve bunu gerçekleştirecek aletlerimiz olsun diyen yok. Çünkü sadece düşünce ve fikirden değil bu aletlerden de yoksunuz. Karma bir bütçe kullanarak kenti geliştirecek şeyden yoksunuz.



TÜMÜNÜ GÖSTERSONRAKİ SAYFA HABERİN DEVAMI:   1  |   2  |   3
http://www.yapi.com.tr/haberler/korhan-gumus-ozgurlukcu-kamu-modeline-ihtiyac-var_113895.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!