ürkiye, mimarlık tarihi açısından son derece zengin bir ülke… Binlerce
eserin anayurdu… Ancak, bu eserlerin restorasyonu ve korunması denilince, büyük
bir sessizlik hüküm sürüyor. Bu konularda İtalya gibi dünya çapında söz sahibi
olamadığımızı bırakın bir yana, tarihi mirasımızı yeterince koruyamadığımıza
dair eleştiriler sık sık gündeme gelmesine rağmen, yıllardır bir arpa boyu yol
bile zorla alınabiliyor… Bu konuda mücadele veren isimlerden birisi, mimarlık
tarihi, restorasyon ve kentsel koruma konularındaki öncü yayınları, yetiştirdiği
bilim insanları ve kurumlaşma çalışmaları ile Prof. Doğan Kuban… 2010 Tüyap
Kitap Fuarı Onur Yazarı olması nedeniyle - onun için hazırlayacağım kitap için -
bir araya geldiğimizde, bu konulardaki sorularımı ona hemen yöneltmek istedim.
Ve dedim ki:
Bu kadar büyük mimari zenginliğin içinde neden böyle
yoksuluz?
"Çünkü, Avrupa'da bu çalışmalara çok erken başlamışlar. Deneyim
çok fazla. O işi yapan uzman şirketler çok fazla. Bu işi yapabilecek nitelikte,
diyelim ki gerekiyorsa heykeltraş-heykel geleneği var. Bunlarla ilgili 50-100
senelik kuramsal ve uygulamalı yaklaşımlar bulunuyor.
Avrupa, kendi
tarihine sahip çıktığı için 19. yüzyılda binalarını elden geçirip tamir etti,
yeniden yaptı neredeyse. Hatta, uydurulanlar bile var Viollet Le Duc'un
Fransa'da yaptıkları gibi. Bugün Avrupa'da - şurada kitaplar var açın - Barok
yahut Gotik, yahut Orta Çağ vesaire gıcır gıcır etrafı tertemiz, içi güzel
binalar var. O sıralarda restorasyon kuramı, şimdiki gibi arkeolojik boyutlara
gelmemişti ve etkili olan, binayı neredeyse yeniler gibi iyi bir şekilde tamir
etmek idi. Tabii gerçeğine sadık olan, daha az sadık olan, uyduran çeşitli
kişiler olmuştur, ama binaların hepsi karşımıza çok iyi korunmuş, sanki yeni
yapılmış gibi çıktılar.
19. yüzyıl, 20. yüzyıl başına kadar öyleydi… Bu,
sonradan terk edilen bir yöntemdi, ama Avrupa o sayede kendi geçmişini korudu.
Bugün oraya gittiğinizde, binaların içine girdiğinizde kullanılmaya devam eden
gıcır gıcır yapılardır onlar.
Rusya'da o gelenek devam ediyor. Geçenlerde
Orta Asya'dan resimler getirdiler bana Semerkant'da, Buhara'da restorasyonlar
yapmış Özbekler. O restorasyonlarda 19. yüzyılda Rusya'nın da daha çok izlediği
yolu izleyerek binaları sanki Timur zamanındaymış gibi, yahut 18. yüzyılmış gibi
restore etmişler. Hiçbir sanat tarihi kitabında o yapıları bulamazsınız. Çünkü,
hep harabe halindeydiler. Gıcır gıcır olmuşlar, bütün çinilerini tamamlamışlar
falan, fakat birdenbire hayalde bile var olmayan rekonstrüksiyonlar çıkmış. Yeni
bir dünya yaratmışlar. Akıl almaz. Ben, hep harabe hallerini bildiğim için -
derslerini anlattım - onları görünce şaşırdım kaldım..."
İlk
hocalardan...
1974'te İTÜ Mimarlık Fakültesi'ne bağlı olarak
Mimarlık Tarihi ve Restorasyon Enstitüsü'nü kurdunuz ve başkanlığını yürüttünüz.
Bir restorasyon uzmanı olarak çalışma alanınız İstanbul, Osmanlı ve
genel olarak da İslam mimarisi. Yarım asrın üzerinde bir hizmet süresinden
sonra, emekli oldunuz. Türkiye'de restorasyon çalışmalarının gelişiminin en
yakın tanığısınız. Neden iyi gelişmedi?
"Türkiye'de ilk restorasyon
derslerini anlatmaya biz başladık. Torino Üniversitesi'nden gelmiş, benim
asistanlığını yaptığım Paulo Verzone adlı bir mimarlık tarihi hocamız vardı. Bir
sanat tarihçisi, ortaçağ uzmanıydı, ama aynı zamanda bütün sene boyunca
restorasyon dersi verirdi. Onun asistanı olarak çalıştım, o gittikten sonra da
ben anlattım. Ankara'da, Orta Doğu'daki restorasyon bölümü bizden çok sonra
açıldı, ama o daha bir enstitü olarak kuruldu ve yabancı hocalar geldi. Ondan
sonra da giderek arttı. Amacı, tarihi anıtlar ve sitlerin korunması, muhafaza
edilmesi ve değerlendirilmesine yönelik teoriler, yöntemler, teknikler ile
ilgili her türlü araştırmayı desteklemek ve yönlendirmek olan uluslararası ve
hükümetler dışı bir organizasyon ICOMOS (Uluslararası Anıtlar ve Sitler Konseyi
– International Council on Monuments and Sites) 1965 yılında çalışmaya başladı.
Biz, paramız olmadığı için çok restorasyon falan yapmazdık 50-60'larda.
İstanbul'daki birkaç camide gerçekleştirilenler hariç yahut da müteahhitler para
kazansın diye ‘onu yık bunu yap'ların dışında restorasyon konusu daha
gelişmemişti. Anıtlar Yüksek Kurulu vardı, 1951'de kurulmuştu. Türkiye'nin en
saygıdeğer tarihçi, arkeolog ve mimarlarını bir araya getiriyordu, ama uzman
değillerdi restorasyon konusunda. Aralarında belki bir tane uzman vardı:
Bir müze müdürü Tahsin Bey… Çok iyi yetişmiş, entelektüel yönleri gelişmiş
insanlardı. Dolayısıyla uzmanlık gerektiren bir konu olursa mimarları
konuştururlardı, dinlerlerdi. Hangisini uygun bulmuşlarsa onu
uygularlardı."
|