14 Ağustos'ta attığı bir tweet'te, "Zeytinburnu'nda insanların duvarlarını bahçelerini yol yapacak diye gazlı tomalı çevikli yıkmışlar. Geliyoruz kardeşim oraya da, yoldayız..." diyordu CHP İstanbul Milletvekili, Çevre Komisyonu Üyesi Melda Onur. Gerçekten Melda Onur'u kentsel, kırsal her türlü direnişin içinde gördük ve görmeye de devam ediyoruz. Kırsalda devam eden çevre mücadelesine kayıtsız kalmayan Onur, öte yandan büyük kentlerde de örneğin 3. köprüye, Galataport'a, Validebağ Korusu'nun otopark yapılmasına karşı verilen mücadelenin neferlerinden biri. Ama hepsi bu değil; birbiri arkasına gelen iş kazalarında da olay mahaline koşturuyor, kadın hakları konusunda da eylemden kaçmıyor.
Karadeniz İsyandadır Platformu tarafından bu yıl 3.'sü gerçekleştirilen 'yaşam yolculuğu'nun yolcularından biri olan Onur ile siyaset - inşaat sektörü ilişkisini, odağını toprağın, suyun, yeraltı - üstü doğal kaynakların oluşturduğu hak mücadelesinin siyaset gündemine ne kadar sızabildiğini, siyasetin bu anlamdaki ufkunu konuştuk.
Hep Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörlerinden biri olduğu söylenen inşaat sektörünün, aynı zamanda siyasetin finasman araçlarından biri olduğu, artık pek çok kişi tarafından kabul gören ve dillendiren bir tespit. Bir siyasetçi olarak siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Parlamenter sistem, özellikle 24. dönem özelinde söylemek gerekirse, artık işlemiyor. Bütün düzenlemelerin, ağırlığından dolayı, bir partinin istediği gibi geçmesi söz konusu. Biz de muhalefet olarak, bunun için Anayasa Mahkemesi’ne gidiyoruz. Çok enteresan bir yönetim biçimi belirlediler; siyaseti finanse etmenin yolunu, inşaat sektörüyle ortak çalışmakta buldular. Bu arada uzun yıllardır yapılamayan bir takım imar çalışmalarını öne alarak da vatandaşın sevgisini kazandılar; ama son derece haksız, rekabete aykırı, çok yüksek fiyatlı ihalelerle bir taraftan imar yaptılar, bir taraftan da siyasetin finansmanını sağladılar. Bu da siyasetle inşaat sektörünü birbirine bağımlı hale getirdi. İşadamı –siyaset kirli ilişkisinin en önemli nedenlerinden biri hakikaten inşaat sektörüne siyaseti finanse ettirmeleri oldu; bunu açık bir şekilde görüyoruz.
Bu inşaat firmalarının bazıları aynı zamanda enerji sektöründe de yatırım yapıyor. Enerji, inşaat sektörüyle birlikte, son yılların en gözde girişimcilik alanlarından birini oluşturuyor. Bu, siyaset açısından bize ne söylüyor? Evet, bu inşaat firmalarının birçoğu aynı zamanda enerji sektöründe de varlar. İktidarın enerji politikası, Türkiye’nin bir enerji üssü, transfer merkezi olmasını öngörüyor; yani öncelik üretim değil, dışarıdan enerji alalım, dışarıya enerji satalım. Çünkü, tarım, turizm, sanayi gibi alanlar, üzerinden çok da rant elde edemedikleri, zahmetli alanlar. Bir de bu tür üretime dayalı kalkınmada vatandaş, bir şekilde iş sahibi olabiliyor ve bir muhtaçlık durumu olmuyor. Eğer siz vatandaşa bulunduğu yerde iş sağlarsanız, bir sonraki dönem size oy vermesi için bir bağımlılık yaratamayabilirsiniz. Ama onları işsiz, topraksız bırakıp, sosyal yardımlara muhtaç ederek ve hep sonrası için umut vererek daha bağımlı hale getirebilirsiniz. Bugün kentsel dönüşümle, HES gibi enerji projeleriyle yerlerinden yurtlarından edilen insanlar, daha önce kendi kendilerini idare edebilen, geçinebilen insanlardı; bir bağımlılıkları yoktu. Şimdi yavaş yavaş, örneğin kentlerde TOKİ aracılığıyla kredi çektirilerek borçlandırılıyorlar; TOKİ aracılığıyla bir ev sahibi olma hayaliyle yola çıkıyorlar; ama ev sahibi olamadıkları gibi, kiracı konumuna düşüyorlar. Bunu İstanbul’un pek çok yerinde görebiliyoruz. Bu arada taşeron sistemi de yaygınlaştırıldı; erkekler hiçbir sosyal güvenceleri olmadan buralarda çalıştırılıyor, eskiden evinin işini yapan, tarlasıyla bahçesiyle uğraşan kadınlar da evlere temizliğe gidiyor. İnanılmaz minimum koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar. Ama bu durum insanlarda iktidara bir tepki yerine, bir bağımlılık yaratıyor; çünkü sonuçta sosyal yardım bağlanır vs deniliyor.
Türkiye’nin dört bir tarafına dağılan bu projeler üretilirken nasıl bir yöntem izleniyor? Çevre, yerel kültür, yerel ekonomi, tarihi öğeler ne kadar dikkate alınıyor?
Enerji, taşocağı, maden projeleri hazırlanırken, tarım, akarsular gibi etmenler üst üste konularak bir politika üretilmiyor. İşte bütün yer altı kaynaklarının bir haritası ortaya konuluyor ve bunlar daha sonra özel sektöre açılıyor. Ama oradaki doğal güzellikler, turizm potansiyeli, tarımsal faaliyetler, o haritada yok. Lisanslar verilirken, diğer olasılıklar, bunun gibi güzellikler göz ardı ediliyor. Bursa’ya 360 derece baktığınızda, 10 taş ocağı görürsünüz; kiminin faaliyeti sona ermiştir, ama kapatılmamıştır. Kentin tarımı onlara feda edilmiştir. Bir derenin üzerine 20 tane HES lisansı verilerek, o derenin etrafındaki tarım, yaşam tamamen göz ardı ediliyor.
Bu politikalar bizi bir enerji, inşaat çöplüğü haline getiriyor. İhtiyaç olanlara tamam; ama birçok yerdeki yol, havalimanı çalışmalarının ihtiyaç dışı olduğunu gördük. Hormonal bir ekümenopolis dedikleri bir yapıya doğru gidiyoruz. Ama tabi buradaki esas amaç siyasetin finansmanı. Bu, uzun vadede örülmüş çok taktik bir politika. İnsanlar bunu yavaş yavaş görebiliyorlar; gördükleri noktada da ne oluyor? Toplumsal muhalefet o yüzden patladı. Gezi’ye gelene kadar onun ipuçlarını Tortum’da, İkizdere’de, Fırtına’da, İstanbul’da Emek Sineması, İnci Pastanesi yok edilirken görmüştük. “Ne olacak canım, bir pastane” dediler. Hani “mesele iki ağaç değil” denilmişti ya; mesele bir pastane değildi. Gezi olaylarının patlamasında kentsel dönüşüm, yerinden yurdundan gönderilen insanlar vardı; o dokuyu dizayn etmek için değiştirilen eğitim sistemine karşı yürüyüşler vardı; HES karşıtlığı vardı; kadının eve hapsedilmesi, kürtaj tartışması vs vardı. Büyük fotoğrafa baktığınız zaman, hepsinin birbiriyle bağlantısı olduğunu görüyorsunuz ve her felaket bir sonrakini tetikliyor.
Yolculuğumuz sırasında uğradığımız köylerden birinde ‘siyaset olmadan da bu meseleler çözülmüyor; siyaseti de işin içine katmalı’ dediniz. Siz aynı zamanda Çevre Komisyonu üyesisiniz. HES’lere, termik santrallere, madenlere, taş ocaklarına, dozerlere karşı mücadele edenler seslerini ne kadar ulaştırabiliyorlar meclise?
Artık bizim yasa tekliflerimizde beklentimiz, sadece tutanaklara geçmesi. Baktık ki muhalefet partilerinin sözü geçmiyor, yasalar onların istediği gibi çıkıyor; bundan sonra siyaset yapmanın yolu kamuoyu yaratmaktır dedik. Kamuoyu yaratmanın yolu da vatandaşı yanınıza almaktan, vatandaşın yanında olmaktan geçiyor. Vatandaşın yanında olmak için alanlara gittik; ama yetmedi. Bu dönemde ciddi sayıda STK’yı ve vatandaşı meclise getirip, ortak basın toplantısı düzenledik. Bu, hiç de yabana atılacak bir eylem biçimi değildi; birçok olayda geri adım attırabildik, hatta kimilerini durdurduk. Çocuğuyla cezaevine girecek olan kadın oraya geldiği zaman durdular; köylü oraya geldiği zaman durdular. Ama bu da ancak kişilere, bir bölgenin problemine yönelik çözüm oluyor. Olması gereken, bir sorunu çözdüğünüzde, onun bütün Türkiye’ye emsal olabilmesi. Ancak bir yerde, birşeyi düzeltiyorsunuz, başka yerde yine çıkıyor.
Çevre Komisyonu, esas bile değil; tali komisyon. Çok seyrek toplanır. Bu benim 4. dönemim olacak; 3 senede esastan sadece iki yasa geldi. Bunlardan biri biyoçeşitliliği koruma yasa tasarısıydı; bizim muhalefet şerhimize rağmen, kavga kıyamet geçti. Tam Gezi olayları öncesi Meclis gündemine getirilecekti; korktular, geri çektiler. Geri çektiler, ama muhtemelen içindekileri parçalayıp torba yasaların içine dağıtacaklar. Diğeri de hayvan hakları yasa tasarısıydı. Şimdi bir de böyle bir yöntem var; torba yasa bile, bu genel manzaranın bir yasama parçası. Torbanın içine vatandaşın beklediği birçok faydalı düzenlemeyi atıyorlar; ama bunların arasına birkaç tane de çok zararlısını karıştırıyorlar. Siz ona itiraz ettiğinizde, öbürüne itiraz ettiğinizi söylüyorlar.
Komisyona geri dönersek; yer altı kaynakları, su hakkı gibi konularda yapılan düzenlemeler hiçbir şekilde getirilmiyor. Bir çoğunda vakit olmadığı için getirilmediğini söylüyorlar. Bir de şu var; STK katılımını çok görünür olacak biçimde yapıyorlar. Bir yasa hazırlanırken onları çağırıyorlar, görüşlerini alıyorlar; ama o STK’ların görüşlerinin yüzde 1’i bile yasada yer bulmuyor. Ama sonra ne oluyor; ‘biz bu yasayı yaparken şunların şunların katılımıyla yaptık’ diyorlar. Böyle olunca STK’lar da katılmamaya başlıyor; ama bu sefer de ‘biz yasa yapıyoruz, ama STK’lar katılmıyor’ deniliyor. Bunu o kadar organize biçimde yönetiyorlar ki, keşke bu güzel organizasyon insanların iyiliği için olsa.
Her seçim döneminde, özellikle mimarlık yayınları, adayların ve partilerinin şehirleşme, çevre vizyonlarına dair haberler hazırlar; siz ne düşünüyorsunuz bu ‘vizyon’ konusunda?
Bu, kısa vadeli, günü kurtarmaya dönük bir vizyon. Şu an makbul olan, popülist, muhafazakar oyları almaya yönelik, dönemlik siyaset. Oysa sizin çevreye ve diğer konulara olan duyarlılığınız belki o anda prim yapmayacak olabilir; ama o konu üzerine inatla giderseniz, bir gün doğru olduğunuz ortaya çıkacaktır. Fakat insanların o ‘bir gün’ü bekleyecek sabırları yok; herkes, o anın kazanımı neyse, ona bakıyor. Çünkü çevre, yaşam hakkı mücadelesi dediğiniz şeyler, çok sıkıntılı ve anında oy sağlamayacak uzun soluklu bir süreç. Ben MYK Genel Başkan Yardımcısı olduğum günden beri partide ‘çevre, çevre, çevre’ dediğimde, diğer MYK üyelerinin bana müstehzi bir şekilde ‘çevreci kız’ dediklerini biliyorum. Ama bugün gelinen noktada partide çevreden, doğadan sorumlu bir genel başkan yardımcılığı var; Gezi sonrası çevre mücadelesinin ne kadar sert bir şey olduğunu, öyle bir grup beyaz yakalının eğlenme aracı olmadığını gördüler. HES’ler, nükleer, yeni yeni anlaşılıyor. Ben milletvekili olduğumda, eski bir milletvekili olan bir abim dedi ki, “Sen şimdi hayvanları seversin; öyle hayvanlarla mayvanlarla uğraşıp da kendini hafife aldırma”. Oysa hayvan hakları hareketi de çok ciddi bir mücadele konusu. Ben inandığım için onun mücadelesini veriyorum; ama çok ciddi bir oy potansiyeli de var, ama onlar bunu görmüyor. Bugün gelinen noktada, “O Melda Hanımın konusu, o anlar” diyorlar.
|