Kubbelerde Yüksek Ökçeler: Cahide Tamer ile Röportaj
Derya Nüket Özer: Sayın Cahide Tamer, restorasyon alanında çok uzun yıllar emek veren ilk restoratör mimarlarımızdansınız. Yedikule, Rumeli Hisarı, İstanbul'daki Bizans anıtları gibi tarihsel ve mimari açıdan çok önemli restorasyonları gerçekleştirdiniz. Üstelik de teknolojinin bugüne göre çok geri olduğu, korumacılık ve restorasyona ilişkin temel anlayışların yeni yeni geliştiği bir dönemde bir kadın mimar olarak. Bir kadın olarak yaşamınız çok ilginç ve sıradışı. 1930'lu yıllarda çocuk sahibi olduktan sonra üniversiteye devam etmek, erkekler için bile zor olan bir alanda çalışmak. O günün koşullar neydi? Ya da o günkü Türkiye bugünküne göre daha mı özgürdü acaba? Cahide Tamer: Geçenlerde yine bu soru soruldu. Şöyle bir düşündüm. "Hiçbir zorlukla karşılaşmadım" dedim. Gerçekten de hatırlamıyorum bir zorlukla karşılaştığımı. Ben biraz kararlı ve programlıyımdır. Ama bu alışkınlığı da sonradan kazandım. Çocuk yaşımda evlendim, bir yıl sonra ayrıldım. Gelirim yoktu. İşe gireyim dedim, ortaokul mezunu olduğum için almıyorlardı. Lise mezunu alıyorlardı o sıralarda. Böyle olunca başladım evde yağlıboya resim yapmaya. Akademi resim şubesinin dahiliye müdürü Bedri Bey annemin bir ahbabının oğlu idi. Tesadüfen benim resimlerimi görmüş, demiş ki "Cahide'yi Akademi'de resme yazdıralım. Beni Akademi'ye Bedri Bey yazdırdı. Resim bölümünde önce galeride heykellerin resmi yapılırdı. Bir de "cour de soire" vardı, gece yapılırdı. Etüt içindi. Orada da çıplak model durur, karanlıkta hocasız çalışılırdı. O devirde çıplak modeller olması şimdi ilginç geliyor insana. Bunlardan biri daha sonra film sanatçısı olan Muazzez Arçay'dı. Bir Bayzar hanım vardı, günlük hayatında başı örtülüydü. Önce galeride çalıştım. Sonra Çallı İbrahim Bey'in, Namık İsmail Bey'in atölyelerine devam ettim. Namık İsmail müdürdü. Çallı Bey bana "kızım senin bir resmini yapayım" dedi. Ben de "Efendim, sonra bana verir misiniz?" dedim. "Veririm" dedi. Çallı, fevkalade ince bir insandı. O dönemde Akademi'de her hocanın bir atölyesi vardı. Çallı İbrahim Bey'in atölyesi de okuldaydı. Orada benim resmimi yaptı, alıp hemen eve getirdim. Bir süre sonra Rusya'da bir sergisi olacağını, bu resmi orada sergilemek istediğini söyledi. Vermedim. "Satılır falan da ben resimsiz kalırım" dedim. Dolayısıyla bu resim hiçbir yerde sergilenmedi. Resim bölümüne devam ederken yine Akademi'nin Türk Tezyin Sanatları Mektebi'ne başladım. Akademi'nin köşesindeki sıbyan mektebinde eğitim yapılıyordu. Orada tezhip, minyatür çalıştım. Minyatür hocamız tıp doktoru Süheyl Ünver, tezhip hocamız İsmail Hakkı Altınbezer'di. Bir gün bir kız arkadaşım öğretmen vekili olacağını söyledi. "Peki, sen muallim mektebi mezunu musun?" dedim. "Hayır değilim" dedi. "Peki lise mezunu musun?" dedim. Ben merakla soruyorum çünkü kendime bir iş arıyorum. "Hayır değilim, dışarıdan lise imtihanı veriyorum" dedi. Ben hemen bu bilginin üzerine atladım. "Ben de veririm" dedim. Hemen ertesi gün Milli Eğitim'e bir dilekçe verdim. Ancak Ocak ayıydı. Başvurumu Nisan'da yapmamı söylediler. Ertesi yıl tesadüfen bir yıl okuyup ayrıldığım Erenköy Lisesi'nde sınavlara girmeye başladım. Haziran, Eylül, ertesi Haziran ve Eylül'de sınavlara girdim ve liseyi bitirdim. Hemen olgunluk sınavını da verdim. O sırada hâlâ resim bölümünde öğrenciydim. İki ay sonra Akademi'nin mimarlık bölümü sınavına başvurdum. Yazın bir kurs açmışlar çizim için, ben devam edememiştim tabii lise sınavları nedeniyle. İlk sınav kompozisyondu. Konu "Sanat nedir?" Ben de daha yeni felsefe sınavından çıkmışım, bir döktürmüşüm. Ahmet Hamdi Tanpınar benim kompozisyonumun altına "çok güzel" yazmış, not koymamış. Müdür refik Bey gösterdi bana. Çizimi de yapıp kazandım. 120 kişi sınava girdik, 60 kişi kazandık. Ben okulun eski öğrencisi olduğum için bir de sınıf mümessili seçildim. Koltuğumda yoklama defteri, bütün arkadaşları hâlâ soyadlarıyla hatırlarım. D. N. Özer: Hangi yılda kazanmıştınız Mimarlık Bölümünü? C. Tamer: 1938. D. N. Özer: Kaç kız öğrenci vardı sınıfınızda ? C. Tamer: 60 kişilik sınıfta 5 kızdık. D. N. Özer: Gayrimüslim öğrenci sayısı fazla mı idi? C. Tamer: Kızlarda yoktu, erkeklerde bir arkadaşımız vardı: Nubar Acemyan. Turgan Sabis Betonarme hocamızdı. Okul açıldığında, "ben yoklama istemiyorum" dedi. O imzalıyor, kim var kim yok bakmıyor. Bizim Pertev (...??) İzmirli bir arkadaştı. Bursluydu, burs alanların devam zorunluluğu daha fazla, bizim Pertev baktı ki bu derste yoklama yok gelmiyor. Derken bir gün esmiş geldi, dersi dinlemeye başladı. "Cahide ben hiçbir şey anlamıyorum" dedi, "elbette anlamazsın" dedim. Yılın sonunda, "Cahide, bana bu dersten beş alacak kadar öğret, sana bir Beton Kalender vereceğim" dedi. Benim param olmadığı için alamamıştım. Bu vesileyle benim on tane öğrencim oldu. Pertev, sınavda yakınıma da oturarak bana üzerine "Cici mimara" yazdığı kendi "Beton Kalender"ini verdi. Ben beş yıllık mimarlık öğrenimim boyunca yalnızca askerlik dersinden ikmale kaldım. Askerlik hocamız Münir Nurettin'in ağabeyi bir binbaşı idi. Adını anımsamıyorum. Mimaride az öğrenci olduğunu görünce Beyazıt'taki Edebiyat Fakültesi'ne çağırıyordu. Edebiyat Fakültesi ile bizim sömestr tatilimiz aynı tarihe denk gelmiyordu. Biz erken tatile çıktık, ama askerlik dersi devam ediyor. Ama İstanbul dışından gelmiş arkadaşlar var. Okul idaresine sorduk, siz askerlik dersine girmeyebilirsiniz dendi. Oysa yoklama yapılmış ve biz mimarların hepsi ikmale kaldık. Bir başka ilginç anı. İnşaat malzemesi hocamız vardı. Mahmut Şükrü Işık. Hattâ arkadaşlar defterde "I"sını çekip Mahmut Sükrü Şık yapmışlardı. Laboratuvarda deney yapıyoruz. Adam evinden yemek getiriyormuş, mesela taşın mesamiyet deneyi. Fırını yakmış, taşı koymuş fırına, yemeğini de koymuş ısınsın diye. Derse giriyoruz, hoca diyor ki "fırından taşı getirin". Taş önce tartılmış, fırından çıkınca suya atılacak yeniden tartılacak. Bizim Hikmet'le birisi daha bir de bakıyorlar ki fırında hocanın yemeği var. Biraz yiyorlar, nefis bir şey. Bunlar dadandılar her gün yiyorlar. "Yapmayın çocuklar" diyorum ama gammazlayacak değilim ya. Bir gün hoca Hacı Bekir'den tahin helvası almış, gidiyor çocuklardan biri helvadan koparıyor, biri daha gidiyor, ben gittim baktım ki fare yemiş gibi helva didik didik. "Derhal" dedim "gidin Fındıklı'dan helva alın yerine koyun". Dediklerine göre hoca helvayı yerken "Hacı Bekir de helvayı bozmuş" diye söyleniyormuş. Mahmut Şükrü Işık'ın kız öğrencilere büyük ilgisi vardı. Sınıfta kızları öne alırdı. Arkadaşlar da alay ederlerdi, "Efendim, Nimet arkada kaldı". Oysa Nimet erkek. Derken Nimet sakalıyla bıyığıyla öne gelince hoca dehşetle "Nimet sen misin" derdi. Hocaların en yaşlısı ama en çapkınıydı. D. N. Özer: Mezuniyetten hemen sonra çalışmaya başladınız sanıyorum. C. Tamer: Evet, mezuniyetten sonra Sedat Çetintaş'ın yanına Rölöve Bürosu'na mimar olarak girdim. Rölöve Bürosu'nun yeri Sultan 2. Mahmud türbesinde idi. İki odamız vardı. İki odanın biri Sedat Çetintaş'ındı. Birisinde benim masam vardı, bir de soyadını hatırlayamadığım Nuriye hanım vardı. Sanat Tarihi öğrencisiydi, orada da memurluk yapıyordu. Osman diye hadememiz vardı. Toplam dört kişiydik. Sonra bir mimar arkadaş, İzzet Aydınlıoğlu geldi. Ankara'daki Eski Eserler Müzeler Genel Müdürlüğü kurulunca bu büroyu açmışlar. Ali Saim Ülgen Ankara'da şube müdürü idi. Ankara'da bir arkeolog şube müdürü ile bir sanat tarihçisi Nurettin Can vardı. Yüksek Mühendis Mektebi dört yıl, bizim mimari beş yıl olduğu ve dört yılda bir terfi edildiği için bir yıl sonra terfi etmem gerekiyordu. Dilekçe verdim. Ama ses çıkmadığını gördüm. Bir daha başvuru da bulunmadım. Bir gün Akademi'ye gitmiştim, müdür muavini Refik Bey, "seni buraya asistan alalım" dedi. Turgan Bey beni asistan olarak istemiş. "Peki" dedim. Hemen bir belge yazdılar, çalıştığım yerden izin alınması gerekiyordu. Çünkü her iki kurum da Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı idi. Sedat Çetintaş, "en değerli elemanımdır, gitmesinde sakınca vardır" diye cevap vermiş yazıya. D. N. Özer: Sedat Çetintaş'ın günümüze bıraktığı çok değerli rölöveleri var. Bu rölövelerin çıkarılmasında siz rölöve bürosu elemanlarının katkısı nasıl oluyordu? C. Tamer: Elbette bizlerin de katkısı oldu. Örneğin Ayasofya rölöve edileceğinde biz gidip ölçü alıyorduk. Gülünecek bir şey var bu arada. O zamanlar teodolitimiz yoktu, balonla yükseklik ölçüsü alıyorduk. Uçan balona ip bağlayıp, balonu kubbeye uçururduk. Kubbenin tam ortasına denk getirip ipin uzunluğunu hesaplardık. Bu hazin bir durumdur. Sedat Bey'in rölövelerinin bir bölümü de balonla ölçülmüştür. D. N. Özer: Siz ölçüleri getiriyordunuz, O çiziyor muydu? C. Tamer: O'nun gözetiminde biz de çiziyorduk. Sedat Çetintaş Akademi'nin teklifini reddedince Ali Saim Ülgen, "Cahide dilekçe ver, seni Ankara'ya alalım, yazın İstanbul'a gönderelim, tescil işlerini yaparsın" dedi. Saim abi Ankara'daki büroda bizim şefimiz durumunda idi. Bir dilekçe verdim, beni Ankara'ya aldılar. Ama Ankara bana o tarihte hiç uygun gelmedi. Üç ay dayanabildim. D. N. Özer: Ankara'da ne yapılıyordu? C. Tamer: Ankara'nın içinde pek fazla iş olmuyordu. Çevre illere, Konya'ya falan gidiliyordu. Ben Ankara'da yapamıyorum deyince beni Ayasofya Müzesi'ne tayin ettiler. Sedat Bey'den ayrılmamı da böylece sağlamış oldular. Ayasofya Müzesi'nde mimarlık yapmaya başladım. Bu arada aklıma gelmişken, Ayasofya Müzesi müdürü önceden ünlü ressam Ali Sami Boyar'dı. Ali Sami Boyar aslında gemi inşa mühendisidir ve babamın yakın arkadaşı imiş. Babamın bizde hiç resmi yoktu. Ben çok küçükken, daha okula gitmiyorken kaybetmişiz. Akademi'de 3. sınıf öğrencisi iken müzeye gitmiştik. Orada Sami Boyar'la tanıştık, Köse Sami derlerdi. Ben annemden duymuştum. Babamın maiyetinde çalışmış, sonra O'nun Fransa'ya resim tahsiline gitmesine babam yardımcı olmuş. Gittim yanına, "Ben Ahmet Saim Bey'in kızıyım, babamın hiç resmi yok. Yüzünü hatırlamıyorum, sizde varsa görebilir miyim?" dedim. Birkaç gün sonra bana bir resim getirdi, baktım çok sayıda subayın olduğu bir resim. "Efendim" dedim, "hangisi benim babam acaba?" Babamı böylece tanımış oldum. Ali Sami Boyar'la da böyle tanışmıştık. Ayasofya müdürlerinin daima bir takıntıları vardır, hep önceki iki Ayasofya'nın izlerini ararlar. Sami Bey de bu çabada idi. Ben de kendisine rölöve çiziyordum. Ben mimar olduğumda Ali Sami Boyar emekli olmuştu. Ayasofya'da Muzaffer Ramazanoğlu müdürdü. O'nun araştırmalarına yardımcı oldum. Bir yıl Ayasofya Müzesi'nde çalıştıktan sonra Topkapı Sarayı'na tayin oldum. Topkapı Sarayı'nda haremde tamirler yaptım, rölöveler yaptım falan. Topkapı Sarayı'ndaki ilginç anılarımdan biri Cariyeler Hastanesindeki bir dolap kapağıdır. Cariyeler Hastanesi'ne keşif yapmaya gitmiştim, ölçü alırken bu dolap kapağı ilgimi çekti. Bembeyaz boyalıydı, üzerine çocukların defterlerine yapıştırdıkları çıkartmalardan süsler yapılmıştı. Ben de konstrüksiyonu açısından altına bakmak istedim, yanımdaki çakı ile biraz kazıdım. Bir de baktım altından yaldız çıkıyor. Biraz daha kazıdım, yaldız , boya müthiş. Hemen müdürümüz Tahsin Öz'e gittim. Hemen geldi, "yerinden çıkaralım, inceleyelim" dedi. Boya temizlenince altından nefis bir dolap kapağı çıktı. Kim bunu böyle boyamış anlaşılır değil. Sonra UNICEF bunu kartpostal yapmış, benim restore ettiğimi öğrendiklerinde bana da bu kartpostallardan bir miktar gönderdiler. D. N. Özer: Mimarlığınızla tezhip ve minyatür eğitiminiz, Akademi'deki çok yönlü eğitiminiz restorasyon çalışmalarınızda bir başka mimara göre avantaj sağlamış olmalı. C. Tamer: Tabii. Çünkü hatayiler, rumiler çıkıyor karşınıza. Ben bunların eğitimine gördüm. Restorasyon sırasında tezyinatla karşılaşınca bu bilgi çok önemli. Sonra Arkeoloji Müzesi'ne geçtim. Arkeoloji Müzesi'nin çatısını betonarmeye çevirdim. Muazzam bir çatısı vardır onun "U" biçiminde. Gayet de kötü bir müteahhide düşmüştüm. Mahkeme Heyeti bile "bu müteahhidi nereden buldunuz, bizde kaç tane dosyası var" demişti. Kurnaz, yalancı bir adamdı. Başımı çok ağrıtmıştı. Elbette serde acemilik var, gençlik var, kadınlık var. Kadın mimar görünce önemsememeye çalışıyorlar. Sonra pişman oluyorlar ama! D. N. Özer: Bildiğiniz gibi Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı, deyim yerindeyse can çekişiyor. Hattâ geçen yıl kurtarılması amacıyla bir de kampanya yürütüldü. Siz bu yalıda yaptığınız onarımla bugüne kadar ulaşmasına katkıda bulunanlardansınız. C. Tamer: 1947'de dört yıllık mimardım. O sıralarda Topkapı Sarayı Müzesi'nde çalışıyordum. Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nden Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı'nın deniz üzerindeki bölümünü tutan direklerden birinin onarımına isteyen bir yazı gelmiş müzeye. Müzenin müdürü Tahsin (Öz) Bey işi bana havale etti. Yaptığım incelemeler sonunda acilen yapılması gerekenlerle ilgili bir rapor hazırladım. Yalının divanhanesi o yıllarda direkler üzerinde idi. Aslında konsol çıkmanın eli böğründelerle alttan gerideki duvara oturtulmuş olması gerekiyordu. Zaman içinde eliböğründeler harap olmuş ve bu direklerle taşıtılmış yapı. Altta açık bir yer vardı. Kayıkhane derlerdi. Oysa kemeri falan yoktu. Bana kalırsa yalnızca bir yıkıntıydı. Bir dalgıç yardımıyla direklerin ve duvarın deniz içindeki durumunu inceledik. Direkleri kaldırdım, ama önce alttaki taşıyıcı duvarın onarılması gerekiyordu. Bunu yapabilmek için ne büyük boy taşlar ne de bu taşları denize indirecek ceraskalımız vardı. Tabii, paramız da yoktu. Bütçemiz yalnızca beşbin lira idi. Duvarı onarmak için çimento dolu torbaları sanki 50 kiloluk taşlar gibi şaşırtmalı olarak kuru duvar gibi ördük. Sonra direkleri eli böğründelerle değiştirdik. Divanhane içinde de parasızlığa rağmen ciddi bir onarım yapıldı. Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı'nda 1948'de Arif Hikmet Koyunoğlu çatı onarımı yaptı, benden de kontrol mimarlığıni üstlenmem istendi.1970'te bu kez T. Turing Otomobil Kurumu'nun girişimi oldu. Çatı onarımı ve alt takviyeler yapıldı. Ama Çelik Gülersoy'la Sedad Hakkı Eldem arasında geçen konuşmadan sonra onarıma devam edilmedi. Sedad Hakkı Eldem, Çelik Gülersoy'a onarım projesinin Yüksek Kurul'dan geçmediğini ve durdurmak zorunda olduklarını söylemiş ve "yalıyı söküp yeniden yapalım" demiş. Çelik Gülersoy, bu teklife şaşırmış ve itiraz etmiş. O zaman hâlâ var olan süslemelerin yeniden yapılamayacağını ve Turing Kurumunun böyle bir sorumluluğu alamayacağını söylemiş. D. N. Özer: Restorasyon tarihimizin ilginç ve önemli çalışmalarından biri Rumelihisarı onarımı. Büyük çaplı bir iş olmasının yanısıra "üç cumhuriyet kızının" gerçekleştirdiği proje olarak da anılıyor. C. Tamer: Evet, Afet İnan "Rumelihisarı'nı Üç Türk Kızı Restore Etti" diye yazmıştı. Bir yıl Selma (Emler) yaptı, ertesi yıl tamamını bana verdiler. Mualla (Eyüboğlu Anhegger) bir bölümünü yaptı. Yedikule yarışmasını ben açtım, uygulamayı Mualla yaptı. O dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın önemle üzerinde durması sonucu başlanan bir işti. Nitekim restorasyon süresince de Bayar'ın çok desteğini gördük. 1955'te ben Fatih Kulesi, Selma Emler de Halil Paşa Kulesi kontrolörü olarak görevlendirildik. Rumelihisarı'nda Zağanos Paşa Kulesi'nden Halil Paşa Kulesi'ne kadar olan kısım ile Fatih Kulesi yanındaki sur kısmı Mualla Eyüboğlu tarafından, bunlar dışındaki bütün bölümler benim tarafımdan onarıldı. Rumelihisarı'nın içinde önceden bir mahalle oluşmuş ve bunlar yıkılmış. Biz onarıma başladığımızda istimlak işi tamamlanmıştı. Bence bu evler korunmalı idi. Daha sonra 1955'te suriçinin tanzimi yarışmaya çıkarıldı. Proje yarışmasını Doğan Tekeli-Sami Sisa-Metin Hepgüler ekibi kazandı. Turgut Cansever ikinci, Tayfur Şehban ve Affan Kırımlı'nın projeleri ise üçüncü oldu. Ben o zamanlar Topkapı Sarayı Müzesi'nde idim. Ben Vakıflar'a geçince bu uygulamayı Mualla (Eyüboğlu) yaptı. D. N. Özer: İstanbul'a damgasını vuran bir başka onarımınız Yedikule olsa gerek. C. Tamer: Yedikule 12 yıllık bir uğraştır. 1958'de başlamış 1970'e kadar sürmüştür. Kapsamlı olduğu kadar o günkü koşullarda olanaklarımızı zorlayarak, yeni teknikler yaratmaya çalıştığımız bir iştir. Onarıma Büyük Altınkapı'da başladık. Güneydeki pilonda kaplamalar kopmak üzere idi. Bu blokların kırılıp bozulmadan yerlerine yeniden yerleştirilmeleri gerekiyordu. İskele kurmak mümkün değildi. Son derece ağır olan kaplama işçilerin üzerine dökülebilirdi, can güvenliği açısından da tehlikeli idi. İki metre yüksekliğinde kum yığdırdım, kaplamaları kumun üzerine ittirdim. Düşenleri topladık. Bunlar son derece iri, ağır mermerlerdi. İttikçe merdiven gibi döküldüler. Sonra taşıyıcı iskeleyi kurdum. Altın kapıda sağ bölümdeki geçidin lentosu kırılmış, açıklık duvarla doldurulmuştu. Ben betonarme çerçeve ile lentoyu askıyı aldım açıp transparan hale getirdim. Çünkü Bizans döneminde iken bu kapı özgünlüğünü yitirmişti. Özgün kapıyı betonarme çerçeveye alıp askıya almış gibi oldum. Bu iş şiir yazmak gibidir. Siz şiir yazarsınız, başkası da yazar ama sizin şiiriniz başkadır....hissedeceksiniz. Ben bir eski eserin tamir öncesi gördüğümde hayal ederim, bu nasıl restore ederim diye. Restorasyonda şöyle bir şey vardır. Ya dondurma onarımı yaparsınız, ya restorasyon yaparsınız ya restitüsyon yaparsınız. Ne var ki yapacağınız şey sizden sonraki tarihçilere işi dejenere etmeden ulaştırmaktır. Ve aynı zamanda da iklim koşullarından vb. korumaktır. Yedikule'de özgün lento varken neden atayım. Bu güzel bir restorasyondur. Periyotları yitirmemek önemlidir. Semavi Eyice benim için bir yerde güzel sözler söyledikten sonra "kemer taşları görünmüyor" demiş. Oysa bu kemer taşları yüzden içeride; zorunlu olarak biz kemeri yeniden ördük, çoğu çatlamış gitmişti. Adeta hiçbir şey yapılmamış gibi durur. Çünkü burası dondurma onarımı isteyen bir yerdi, restorasyon değil. Gereksiz restorasyonda hem boşuna para harcarsınız, hem de özgünü değiştirirsiniz. Önemli olan burada yapıyı geldiği yerde tutmaktı. D. N. Özer:90'lı yılların başında surlar yeniden elden geçti. Farklı ekipler çalıştı. Bazı bölümler özellikle çok tepki çekti. "tiyatro dekoru gibi oldu" diye eleştirildiler. C. Tamer: Gabriel bu şövalyeliği bana boşuna vermedi (1961-Chevalier de L'Ordre des Arts et des Lettres) Ben Yedikule'de çalışırken çok geldi gitti. Onlar biliyorsunuz Bizans dönemi meraklıları. Yedikule'nin külahı hariç onarılması gerekiyordu. Restorasyon zevk sorunudur. Sonunda ne çıkacağını önceden kestirmelisiniz. Sedat (Çetintaş) Bey "biraz kirletmek gerek" derdi. D. N. Özer: Siz bunları yaparken Koruma Kurulları, koruma yönetmelikler henüz kurumsallaşıyordu. Bir bakıma kuralları da sizler oluşturdunuz. C. Tamer: Evet ilk yıllarda Koruma Kurulları yoktu. Evet kuralları da biz oluşturduk bir bakıma. Ali Saim Ülgen çok değerli bir eski eserciydi. Biz, O'ndan çok fazla şey öğrendik. Saim abi de girdi Kurula. Kurul, biraz da bizim keşiflerimizden öğrendi. Çünkü Kuruldakilerin çoğu eski eser onarımı yapmış insanlar değildi. Sanat tarihçisi, mimar filan ama bilfiil şantiyede uygulamış kişiler değillerdi. Yüksek Kurul devlet yasası ile kuruldu. Ben Yedikuleyi onarırken Aziz Ogan emekli oldu. Rüstem Doyuran müdür oldu. Hangi yıldı hatırlamıyorum ama ilk yıllar olmalı. Ben keşfi hazırladım, Rüstem Bey'e götürdüm. Bir de yazı hazırladım. 1958'de başladım işe, 1970'te bitti. İlk bir iki yıl keşif raporunu yazıp Yüksek Kurul'a götürüyordum. Yüksek Kurul da doğrudan bizden almıyor evrakı, Ankara'ya Genel Müdürlüğe göndereceksiniz, oradan havale edilecek. Rüstem Doyuran müdür olunca O'nun Ankara'ya göndermesi gerek evrakı. Bana, "Neden Yüksek Kurul'a gönderiyoruz? Sizden benden iyi mi biliyorlar, göndermiyorum" dedi ve işi doğrudan ihaleye çıkardı. Bir pazar Kurul üyesi Kemali Söylemezoğlu Yedikule'den geçerken bakmış, inşaat yapılıyor. "Bize keşif gelmedi, karar alınmadı" demiş ve Kurul'a şikayet etmiş. "Git incele" demişler. Bir gün Ali Saim Ülgen uyardı: "Pazar günü Kemali Bey gelecek, sen de gel." Gittim Yedikule'ye Kemali Bey köpürmüş, "Kurul'a gelmeden neden yapılıyor efendim" diyor. Ben durumu anlattım. Ama O hâlâ çok sinirli. Ben de sinirlendim, "Efendim neresi bozuk, neresi bozuksa söyleyin yıkıp yeniden yapacağım" dedim. Ben böyle deyince sustu. Ondan sonra bizim müdür de evrakı her yıl düzenli hazırladı. (Albert) Gabriel sıkça gelirdi. Mühendis Mektebi'ndeki yabancı hocalar (Luigi) Piccinato falan hep gelirdi. Hiçbirinden en küçük bir eleştiri almadım. Sonunda 1961'de bana Fransa'dan şövalyelik geldi, sanıyorum Gabriel beni teklif etti. D. N. Özer: 19. yüzyılda 20. yüzyılın başında Anadolu'da ve İstanbul'da Avrupalıların yürüttüğü bir arkeoloji faaliyeti var. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte bu Türklere geçmiş görünüyor. Ali Saim Ülgen, Sedat Çetintaş... C. Tamer: Macit Hüsnü Kural, bunlar ilkler. D. N. Özer: Celal Esat Arseven, bir başka yönüyle. Hattâ Gabriel, "Batılıların tekelinde olan bir alan Türklere geçiyor" diyor. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte iyice egemen olan bu ulusalcı atmosferde eski esercilerin tutumu nasıldı? Milliyetçi yaklaşım var mıydı? C. Tamer: Milliyetçilikten çok eski eserci bir yaklaşım vardı. İlle de bir cami onaralım değil, hangisi değerliyse onu onaralım biçiminde idi bu yaklaşım. Ali Saim Ülgen Mimar Sinancı idi örneğin. O nedenle O'nun sağlığında pek çok Sinan yapıtı onarılmıştır. Mimarlık Müzesi
|
