Toplumsal Cinsiyet, Mekân ve Kentler, Akın Atauz
Bu deneme, mekân ile toplumsal cinsiyet (gender) arasındaki ilişkileri gözden geçirirken karşılaşılan bazı soruların tartışılmasını, bazı yeni soruların ve olası yanıtlarının aranmasını amaçlıyor. I Toplumsal cinsiyet açısından mekânın biçimlenmesiyle ilgili düşünceler: Tartışmanın gelişebilmesi için önce bir dizi soru üzerinde durulabilir: Mekân, toplumsal cinsiyet açısından nötr/tarafsız mıdır? Eğer nötr değilse, onu yanlı yapan nedir ve bu mekânsal yanlılık nasıl giderilebilir? (Belki “Mekânsal yanlılık giderilmeli mi?” diye bir soru da sorulabilir, ama bu denemede bu soruya yanıt aranmayacaktır.) Mekânı kadın ve erkek bakımından incelemeye başlamadan önce, sınırları hiçbir zaman belirgin bir biçimde çizilemeyeceği için net olarak tanımlanamayacak olsa da, büyük (ölçekli) mekânlar ve küçük (ölçekli) mekânlar olarak ikiye ayırabiliriz. Bu sınıflama, insanlık tarihinin/teknolojinin gelişimi ve bütün dünya coğrafyası göz önünde bulundurularak yapılmış kaba bir sınıflamadır ve hiç kuşkusuz, bu sınıflamaya uygun olmayan pek çok örnek bulunabilir. Küçük mekân, daha çok konut veya yapı ölçeğindeki mekânlardır. Küçük mekânlar, bahçesi ve avlusuyla birlikte, yapılardan veya yapı bölümlerinden oluşur. Büyük mekânlar ise, kentin bir bölümü veya bütünü, kamusal alanlar, kentler arası mekân, ülke mekânı ve ülkeler arası mekân olarak tanımlanabilir. Bunların arasında, her kültür bakımından farklı dönemlerde farklı biçimlerde tanımlanan bazı geçiş mekânlarından da bahsedilebilir: Mahalleler, sokaklar, mahalle meydancıkları-parkları, köy meydanı gibi, yine küçük ölçekli sayılabilecek kamusal mekânlardır bunlar. Kolayca anlaşılabileceği gibi, kadınlar ancak “küçük mekânlarla” ilişkilidir. Konut, konut bölümleri (haremlik) ve iç avlu, atrium, arka bahçe, tarihin birçok döneminde, birçok farklı coğrafyada/kültürde kadına ait, ya da daha çok kadına ait mekânlar olarak tanımlanabilir. Bu tartışmayı doğrulamak için, ilkel topluluklara, Bereketli Hilal ve Nil uygarlıklarına, daha sonraki dönemlerde Batı dünyasında Yunan, Helen ve Roma uygarlıklarına, ortaçağ topluluklarına, Yahudi, Hıristiyan ve İslam toplumlarına bakılabilir. Ama Afrika kültürleri, Okyanusya kültürleri, Orta Asya’daki kültürler, Hint, Çin, Kore, Japon uygarlıkları, hatta Eskimo kültürü de, benzer özellikleri göstermektedir. Kadının mekânı, temel olarak ev veya odadır. Ancak bunu bazı durumlarda büyük kamusal yapı ölçeğine kadar genişletebiliriz: Tanrıçalar için yapılan tapınaklar, rahibelerin kurdukları manastırlar vb… Kent kamusal mekânları da, kültürün izin verdiği ölçüde, kadınların gündüzleri kısmen ve seyrek olarak kullandıkları mekânlar arasındadır. Kadına ait ya da kadının kullanabileceği mekânın sınırları, modern zamanlara gelene kadar, genellikle burada bitmektedir. “Büyük mekânlar” ise, erkeklerindir. Kent, bütün yapılarıyla ve kurumlarıyla, bütün uygarlıklar için, kesinlikle bir erkek mekânıdır. Kent bölümleri, kentin kamusal mekânları da erkek egemenliğindeki mekânlardır. Bununla birlikte kamusal mekânlardan bazıları, tarihsel dönemlere göre “geçiş mekânı” olarak da tanımlanabilir. Sınırları zamanla ve teknolojiyle birlikte değişmekle birlikte, erkekler bazı dönemlerde bu mekânları geçiş mekânı olarak kabul etmek zorunda kalmış olabilirler: Mahalle veya köy çeşmesinin bulunduğu meydan, buraya açılan sokaklar vb. (ki bunlar bile, yakın zamana kadar, belki hâlâ, Afganistan için geçerli değildi). Kentler ve ülkeler arası mekânın erkek mekânı olarak tanımlanmasında, yakın zamana kadar hiçbir kuşku olmamıştır. Bu mekânların kadın veya erkek bakımından sınıflandırılmasında, bu mekânlarda kullanılan taşıt araçlarının da etkisi vardır. Bu taşıt araçları, yani gemiler veya kullanılan hayvanlar (at, deve veya diğerleri), kervanlar, arabalar ve taşıma işlevi de, mekânları aşan/ gezen ve bu mekânlara nüfuz edenin, toplumsal cinsiyeti açısından taşıdığı özelliğe uygun olarak kurgulanır ve örgütlenir. Yani onlar da erkek araçlarıdır. Bu araçlar, ancak 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılda, yani kentler arası kamu taşımacılığının güçlendiği, tren, vapur ve uçak seferlerinin düzenli hale geldiği zaman, bazı kültürlerde kadın ve erkekler bakımından eşit olarak kullanılan, mekân aşan araçlar olmuş ve kadınların mekânsal uzamını genişletmiştir. Kentler, kent devletlerini yaratan uygarlıklar açısından, ülkeler veya ulusal sınırlar, imparatorluklar ve ulus devletler bakımından, erkeklere ait olarak değerlendirilmektedir. Sınırları erkekler tarafından korunan, uğruna savaşlar yapılan bu mekânlar, yine erkekler tarafından, ticaret ve ticaret mallarının taşınması amacıyla aşılabilir. Bu durumda, ticaretin ve savaşın (ya da, barış zamanları için de geçerli olabilecek genel bir tanımla, şiddetin ve güvensizliğin) ortamı olan denizler ve karaların, dağlar ve ovaların, ormanların, yani bütün dünya coğrafyasının, bütün dünya mekânların, tartışmasız bir biçimde sadece erkeklere ait olduğu görülmektedir. Mekân açısından yapılan sınıflandırmanın sonucu açıkça gözler önündedir: Mekân paylaşımı bakımından kadınlar ve erkekler arasında, bütün zamanlarda ve her yerde, her kültürde, inanılmayacak kadar adaletsiz ve eşit olmayan bir dağılım vardır. Dünya mekânı, sert kurallı bir ayrımcılıkla bölünmüştür. Modern toplumlarda bu eşitsizlik bazı bakımlardan aşındırılmış olsa da, hâlâ büyük ölçüde devam etmektedir. Dünya mekânlarından, kadınlara odalar ve bazı binaların kapalı mekânlarıyla avlular, iç bahçeler, bazı kent kamusal alanları düşmektedir. Bunun dışındaki bütün mekânlar, öncelikle ve baskın bir biçimde erkeklere aittir. Bu aidiyet/el koyma ve kendi cinsine özgü yapma davranışı o kadar yaygın, genel ve gelenekseldir ki, çoğu zaman görülmez ve algılanmaz bile... Bu küçük tartışmadan çıkartılabilecek sonuç, kadın ve erkeklere ait mekânların öncelikle çok farklı olduğu ve kadın mekânlarının genellikle kapalı ve korunmuş mekânlar olarak tanımlanabileceği; erkek mekânlarının da açık mekânlar ve kapalı kamusal mekânlar olduğudur. Kadınlar dünya mekânının (kaynaklarının ve mülkiyetin olduğu gibi) ancak çok küçük bir bölümüne sahiptir. Kadın küçük mekânları ile erkek büyük mekânları arasındaki hacim/nicelik farkı, inanılmaz derecede büyüktür ve görünmezdir. II Eşitsiz mekân-uzam ilişkileri nasıl kuruldu ve gelişti? Mekânın biçimlenmesinin, kadın ve erkek toplumsal cinsiyetleri bakımından tarihsel olarak yorumlanması, güncel bazı sorunların aydınlatılması bakımından yararlı olabilir. Küçük mekânların kadınlara, büyük mekânların erkeklere ait olması, kuşkusuz “mekânsal” bir sorun değildir. Bu konuyu, toplumsallaşma, toplu yaşam, kurumlar, aile vb. alanlarını inceleyen sosyoloji, antropoloji gibi bilimlerin terimleriyle yorumlayabiliriz. Bazı kuramsal yaklaşımlara göre, kadının kullandığı mekânı/teritoriyi sınırlı kılan temel nedenin biyolojik (veya doğal) olduğu, yani kadının türün devamını sağlayan özelliği olduğu düşünülmektedir. Bebeği hem kendi bedeninde taşımak, hem de doğan bebeğin beslenmesinden ve bakımından uzun süre (içgüdüsel olarak) sorumlu olmak, biyolojik fonksiyon ve doğal sonuçları olarak yorumlanmaktadır. Ancak insanın aynı zamanda toplumsal bir varlık olduğu, kurum yaratan ve doğayı/doğal olanı sürekli olarak değiştirerek uyum sağlayan bir varlık olduğu göz önünde tutulduğunda, “doğal” açıklama eski gücünü kaybetmektedir. Kadının mekânının sınırlarını daraltan ve kadını kapalı bir mekâna hapseden temel faktör, biyolojik olmaktan çok, sosyolojiktir. Avcı-toplayıcı toplumdan tarım toplumuna doğru geçilen evrimde, erkek ve kadın arasında bir toplumsal işbölümü gerçekleşmiştir. Bu işbölümünde türün devamını sağlama işlevi tamamen kadının üzerinde kalır ve onun devingenlik olanağını sınırlarken, erkekleri özgür ve geniş bir alanda devingen olmaya yönlendirmiştir. Tarihi insanlık/hatta insansı tarihinden daha eski olan aile kurumunun insan toplumlarındaki evrimiyle birlikte, erkek, ailenin devingenlik olanakları zayıf olan bireylerini yiyecekle desteklemeye başlamıştır. Böylece erkek bir yandan teritorisini (kadına oranla) genişletirken, bir yandan da kadını kendine bağımlı ve bu nedenle de ikinci derecede önemli kılan bir toplumsal hiyerarşi geliştirmektedir. Böylece aile, erkek egemenliğini kuran ve kadının mekânını ev ve yakın çevresiyle sınırlayan faktörlerin en güçlüsü olmaktadır. Toplumların yerleşik düzene geçişleri ve tarım toplumunun gelişmesi de, bu toplumsal işbölümünün pekişmesine, daha da güçlenmesine neden olmuştur. Yerleşik toplum, köy ve konut gibi mekânı bölümleyen yeni kavram ve uygulamalarla, kadının zaten küçük olan devingenlik mekânını daha da küçültmüştür. Kadının düşük düzeydeki devingenliği, köy-konut gibi birimlere bağlılığı, giderek daha tanımlı norm/yasa, toplumsal kural ve gelenek olarak, daha da katılaşmıştır. Gerçi kadın-erkek ilişkileri ve diğer bakımlardan daha eşitlikçi olan toplumlar vardır. Ancak bunlar, insanlığın genel davranış eğilimleri bakımından son derece küçük örneklerdir. Kadının işgücü, tarımda her zaman önemli olmuştur. Tarım ve sulama teknolojisi geliştikçe ve tarımsal aletler ve bir üreticinin, daha çok sayıda üretim yapmayan bireyi besleyebilme olanağı arttıkça, erkek işgücü fiziki güçten, daha çok prestij-kontrol gerektiren konumlara geçmiştir. Bu da, toplumsal işbölümünü daha da katılaştıran/keskinleştiren sonuçlar yaratmıştır. Kadın ve erkek arasındaki toplumsal işbölümü, gelişen teknoloji ve toplumsal ilerlemeyle birlikte, biyolojik nedenlere daha az bağlı ve daha çok toplumsal-antropolojik nedenlerle açıklanabilir hale gelmiştir. Kırsal üretimin önemli tek kaynak olduğu dönemden sanayi devrimine ve fabrika üretimine geçildikçe, toplumsal işbölümünün bu katı kuralları yıkılmaya ve zayıflamaya başlamıştır. Fabrika her türlü işgücünü kullanmaktadır ve ucuz olanı tercih etmektedir. Kadın işgücü de bu tanıma uygundur. Bu gelişme, kadın işgücünü bir yönden sömürüye daha fazla açarken, bir yönden de, sınırlı geleneksel mekânından çıkmasını sağlayan, yaptığı iş ve kent içindeki devingenliği açısından teritorisini genişleten bir etki yaratmaktadır. Ancak insanlık tarihinin başından 19. yüzyılın, hatta birçok yerde 20. yüzyılın sonuna kadar kurulmuş olan toplumsal işbölümü kurallarının, kalıp ve geleneklerinin, modernleşen toplumda bile, yenileşmeye tam ve hızlı uyum sağlaması kolay değildir. Üstelik dünyanın bütün toplumlarında bu tür bir sanayileşmeden geçiş de söz konusu değildir. Bu durumda kadın, mekânını genişletirken, (iş yükünü artırsa da) erkeklerin benimseyebilecekleri bazı ara çözümlere razı olmaktadır. Ancak bunun bir geçiş dönemi olduğunu unutmamak ve bu dönemi aşarak, mekân kullanımında gerçekten eşitliği ve eşit maliyetler ödemeyi içeren çözümler yaratmak gereklidir. III Toplumsal cinsiyet açısından mekânı biçimlendiren temel kaynak, erkeklerdir. Bu hem erkek mekânı olan “büyük mekânlar” için geçerlidir, hem de daha çok kadın mekânı olan “küçük mekânlar” için. Tarih boyunca çeşitli kültürler, kentlerini erkekler eliyle biçimlendirirken, hangi öğelere daha çok dikkat ettikleri bakımından birçok çeşitlenme gösterebilir. Yunan veya Roma kenti Bizans kentinden, Batı kentleri İslam kentlerinden, Çin uygarlığının kentleri Afrika kentlerinden, ortaçağ kentleri modern kentlerden, birçok bakımdan farklıdır kuşkusuz. Bütün kentleri, sadece toplumsal cinsiyet açısından taşıdığı farklılıklar yönünden yorumlamak son derece kapsamlı bir çalışma gerektirdiğinden, burada modern kentin bazı özelliklerine değinmekle yetinilecektir. Modern kentlere bakarken, sadece birkaç temel kentsel kullanışın toplumsal cinsiyet bakımından yorumlanmasıyla ilgili küçük bir tartışma yapılacaktır: • Konut dokusu Konut ve konut dokusu, kadın mekânı olma özelliğini en çok taşıyan küçük mekânlardan biri olmakla birlikte, daha çok erkeklerin toplumsal işbölümüne uygun olmak düşüncesiyle biçimlendirilmiş mekânlardır. Yunan veya Helen-Roma uygarlıklarının içe dönük atriumlu evleri, harem-selam biçiminde ikiye ayrılmış ve haremi dışa tamamen kapalı Ortadoğu-İslam evleri, bu bakımdan verilebilecek (ve kolayca çoğaltılabilecek) ilk örnekler olabilir. 1860 ile 1930 arasında ütopyacı sosyalist feministlerin yarattıkları çevrelerde, evlerin hiçbirinde mutfak yoktu. Bu çevrelerde, ortak mutfaklar, çamaşırhaneler ve çocuk bakım evleri yer alıyordu ve kadınların eve bağlanmasını gerektirecek bütün nedenler ortadan kaldırıldığı için mekân da buna uygun biçimde düzenlenmişti. • Merkez fonksiyonları ve pazar yerleri Kentlerin alışveriş yerleri genellikle bütün kültürlerde kadınların da kullandığı kent kamusal mekânlarıdır. Ama bu (kapalı ve açık) mekânları asıl düzenleyen ve yönetenler, modern kent merkezleri kurulana kadar, erkeklerdir. Bu nedenle kadınların buradaki varlığı geçici bir varlık olarak algılanmış ve mekânlar, hizmet yerleri vb. sadece erkeklere göre düzenlenmiştir. Bu mekânda kadınlar ve erkekler vardır, ama biri asli, diğeri geçici ziyaretçi olarak vardır. Hanlar, kervansaraylar, çarşılar vb. kadının tekrar eve döneceği düşüncesine göre biçimlendirilmiştir. Bu anlayışın ancak yakın zamanlarda her iki cinsiyete göre kurulmak üzere değişmekte olduğu düşünülebilir. • Üretim yerleri Kentsel ve tarımsal olmayan üretim yerleri de, fabrika üretimi dönemine kadar, sadece erkekler için düşünülmüştür. Kent merkezindeki veya kentin diğer yerlerindeki küçük üretim yerleri ve servisleri, sadece erkeklere göre düzenlenmiştir. Kadınların yaptığı üretim, yakın zamanlara kadar, hatta 1980 sonrasındaki “esnek üretim” tekniklerinin gelişmesinden sonra da, “eve iş verme” ya da “fason üretim” teknikleriyle, evlerde yapılan üretimlerdir. Kadınlar daha çok, ipin eğrilmesinden başlayarak çeşitli dokuma işlemlerinde ve yine bu alanla ilişkili iple yapılan el işleri (danteller, işlemeler), çeşitli giyim eşyası üretimi, terzilik vb. için evlerinde çalışmışlardır. Kadının kentsel üretim yerlerinde görünmesi oldukça yenidir ve kadınlar bütün işkollarında erkeklerle eşit olmaktan henüz çok uzaktır. Türkiye’deki kentlerde, özellikle küçük sanayi sitelerinde kadın çalışana rastlamak oldukça zordur. Organize sanayi bölgelerinde ve büyük fabrikalarda, daha çok kadınların toplumsal işbölümüne yakın olduğu düşünülen işkollarında (tekstil, hazır giyim, bazı gıda üretimleri vb.) kadın çalışanlara rastlamak olasıdır. • Okullar ve eğitim kurumları Yunan kentindeki stoa’dan başlayarak, eğitim kurumları genellikle erkekler için düşünülmüştür. Kız çocukları için okul, (zorunlu ilköğretimin yaygınlaşmasından sonra) evden çıkma fırsatı yaratan bir kurumdur. İlköğretimden daha ileri olan eğitimlerin hepsi, bilim ve sanat eğitimleri ve bu eğitimlerin yapıldığı kurumlar, çok yakın zamanlara kadar, sadece erkeklere aittir. Kentteki eğitim işlevi ve bu kurumların yer seçiminden başlayan mekânsal düzenlemeler, sadece erkekleri ilgilendirir. • Dinî yerler Batı toplumlarında tanrıçalara adanmış tapınaklar ve bilicilik yerleri, sonra Hıristiyanlık’ta (Meryem Ana figürünün tanrıçalarınkine benzer bir konum edinmesiyle) kiliseler, bir bakıma kadınların kullandıkları kurumlar olarak düşünülebilir. Ancak bunların dışındaki kültürlerde dinî kurumlar, erkeklerin egemen oldukları ve kadınları pek fazla görmek istemedikleri yerlerdir. Kadınlar bilicilik, fal, büyü vb. gibi mistik fonksiyonları, yine evlerde veya mahallelerde (küçük mekânlarda) yürütürler. Bu işlev için kentin kamusal mekânlarını kullanmaları fazla gerekli değildir. • Spor alanları Spor, özellikle kitle sporları ve popüler sporlar ve bu sporların yapıldığı, izlendiği mekânlar, özellikle stadyumlar, modern kentte bile tamamen erkeklere aittir. • Parklar, rekreasyon alanları Bu alanlar kadınlara (ve çocuklara) açık alanlardır, ancak bu “açıklık” yanıltıcı bir izlenim vermemelidir. Çünkü bu tür alanlar daha çok aileye açıktır ve kadınlar ailenin bir üyesi olarak bu mekânlarda aile erkekleriyle birlikte bulunabilirler. Erkeler için böyle bir koşul yoktur. Erkek saldırganlığı ise, bu tür kentsel mekânların birçoğunun kadınlar tarafından serbestçe kullanımını sınırlayan önemli risk faktörü olarak hâlâ gücünü korumaktadır. Yukarıda sayılan fonksiyonlar açısından yapılan bu küçük tartışma bile, kentlerin ne kadar kadın mekânları olabildiğini özetlemektedir. Gerçi kadınların kentleri sahiplenmesi giderek gelişmektedir, ama bu, modern toplumların kentleri için bile, hâlâ oldukça sınırlıdır. Kentlerin özgürleşen kadın ve erkeğe göre gelişmeye ve biçimlenmeye/işlemeye başlamasına yönelik taleplerin dikkate alınabilir olması, çok köklü geleneğin şiddetli bir sarsıntı geçirmesine ve erimesine bağlıdır. IV Kentlerdeki gelişmenin de gösterdiği gibi, genel olarak mekânsal gelişmeyi etkileyen faktörleri birkaç ana başlığa indirgemek mümkün olabilecektir. Bunlar ideoloji, şiddet ve politika (kamu politikaları ve katılımcı ve demokratik olmayan politika yapma biçimleri) olarak özetlenebilir. İdeoloji, kuşkusuz en kapsayıcı kavramdır ve bir bakıma şiddet ve politika da, onun alt başlıkları gibi değerlendirilebilir. Bununla beraber bu maddeler, biraz daha ayrıntılı tartışabilmek bakımından, ayrı başlıklar olarak ele alınmıştır. İdeoloji, erkeğin, bu denemenin başından beri tartışılan çok köklü gelenekle kendisini toplumdaki üstün kategori haline getirdiği ve bunun tartışılmasını bile tarihin başlangıcından çok yakın zamanlara kadar tabulaştırdığı bir ortamda kurulmuş ve pekişmiştir. Bu ideoloji, kadının sadece küçük mekânlarla yetinmesini getirmemiş, ayrıca kadına karşı ayrımcılığın da temelini oluşturacak bir “kapatma”/ izolasyon ve dış dünyadan ayıran bir genel kabulün “doğallaşmasını” sağlamıştır. Erkek üstünlüğü, tartışmasız bir üstünlüktür. Kadının toplumsal yaşamdan yalıtılarak küçük mekânlara kapatılması, özellikle tek tanrılı dinlerle, ideolojik olarak daha da pekişmiştir. Çok tanrılı dinlerde veya tanrı referansından çok “doğa” ya da “iyilik” gibi kavramlarla kurulan inanç sistemlerinde kadına karşı ayrımcılık, güçlü bir ideolojik kalıba dönüşmemiştir. Ancak tek tanrılı dinlerde, Yahudilik’te ve özellikte İslamiyet’te, kadına karşı ayrımcılık ve küçük kapalı mekânlara kapatma bakış açısı çok daha güçlüdür. Türkiye’nin de içinde bulunduğu geleneksel bazı Ortadoğu topluluklarında, kadının kamusal alandaki varlığının kabulü, Batı toplumlarına göre çok daha güçtür. Kadına karşı ayrımcılık, çok yaygın bir norm olarak tartışmasız kabul edilmiştir. Kadının izolasyonu, en iyi olasılıkla ona karşı gösterilen saygı gibi sunularak, kadını kamusal yaşamdan ve iş yaşamından uzak tutmaktadır. Kentlileşen ve modernleşen yönüyle Ortadoğu toplumları, bu geleneği aşabilmektedir; ancak kadınlar açısından ulaşılabilen, zaman alıcı, sorunlu ve çoğu kez standart altı bir toplumsal konumdur. Şiddet (ya da daha genel bir anlatımla, kamusal alanda kişisel güvenlik/güvenilebilir bir risksizliğin eksikliği), ayrımcılığın ve kadını izole ederek kapatmanın en güçlü aracıdır. Kadına karşı şiddet, bütün toplumlar bakımından oldukça yaygın ve olağan bir durum olarak değerlendirilebilir. Genellikle erkek egemenliğinin en belirgin göstergelerinden biri olan aile içi ve toplumsal şiddet kullanımının yaygınlığı, kadınların mekân kullanımını sınırlayan en önemli faktörlerden biridir. Toplumsal şiddet, toplumdaki kadın ve erkekleri eşit biçimde etkilemez. Kentsel teritorisini genişletmeyi deneyen kadınlar (ideolojinin etkisiyle), şiddetin daha doğrudan ve doğal hedefi olarak ve (güvenli olan kentlerde bile özellikle geceleri, kentin daha seyrek yerleşilmiş çeperleri, ulaşılması güç kamusal kapalı mekânlar vb. gibi yerlerde) şiddete uğramayı göze almışlar gibi değerlendirilirler. Kadınlar için mekân kullanımının temel sınırlayıcılarından biri, kadınlar için, erkek şiddetine olanak verebilecek yerlerden sakınmak düşüncesidir. Kamu politikalarının oluşumunda demokratik bir geleneğin, ayrımcılığın yerini alması, özellikle kent ve kentleşme politikalarında toplumsal cinsiyet eşitliğinin öncelikle dikkate alınması gereken bir faktör olarak değerlendirilmesi, henüz fazla ilerleme sağlanabilmiş bir alan değildir. En gelişmiş toplumlar için bile, bir ölçüde doğru olan bu önerme, “kadın erkek eşitliği” bakış açısını içselleştirememiş ideolojilerin ve politik bakış açılarının egemen olduğu toplumlar bakımından çok daha fazla mekân sınırlayıcı bir öğedir. Demokrasinin tam olarak, kadınlar ve erkekler için aynı biçimde etkili olabilmesine olanak sağlayacak içselleştirilmiş ideolojik duruma ulaşılması, on binlerce yılda (insansıdan, hatta daha öncesinden başlayan tarihten bugüne kadar) oluşmuş (aile, hiyerarşi ve şiddet gibi) geleneklerin ve bakış açısının yıkılmasını/yok olmasını gerektirmektedir. Bunun, sürdürülebilir bir biçimde elde edilebilmesinin ne kadar güç olduğu çok açıktır. Ancak yine de, 20. yüzyılın sonunda ayrımcılığa karşı anlayışın (bazı toplumlarda veya toplum kesimlerinde) kazandığı ivme, cesaret vericidir. Eşitlik ve demokrasi düşüncesinin kaynağı, oldukça eski olmakla birlikte, Fransız Devrimi’nin modernleştirici “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” idealleri, toplumların bu doğrultuda hız kazanabileceği (sanayileşmenin ve kentleşmenin geliştirdiği) zeminde, büyük bir sıçrama göstermiştir. Ancak kadının insan hakları bakımından, ne “eşitlik”, ne “özgürlük”, ne de “kardeşlik” erkekler tarafından kolayca paylaşılan idealler olmuştur. Erkeklerin bu düşünceye ulaşabilmesi, Fransız Devrimi’nden sonra, nerdeyse 200 yıl almıştır. Bu da halen, bazı kültürlerin ve bazı kesimlerin (elit) erkek toplulukları ile sınırlı bir paylaşmadır. Bu, bir bakıma anlaşılabilir bir durumdur. Eşitlik, erkekler açısından tam olarak bir kaybetme ve geleceğe bakarken, kurumların (özellikle ailenin) yeniden kuruluşunda yeni ve daha fazla sorumluluk gerektiren işlev ve daha düşük statülü konumları kabul etmeyi gerektiren bir durumdur. Erkeklerin bunu “özgürlük kaybı” gibi algılaması, korkması ve buna karşı açık veya kapalı bir savunmaya geçmesi, bu nedenle beklenen bir durum olabilir. Ancak demokrasinin temel ilkelerinin, kadın ve erkek cinsiyetleri bakımından da sağlanmasının, uzun erimde kazandıracağı özgürlük ve kazanımın, bugünkü erkek egemenliğinin her iki cinsiyete de sağladığından çok daha fazla ve değerli olacağı kuşkusuzdur. Kadın ve erkek mekânları arasındaki büyük ama görünmez farkı görmek zorundayız. Nicelik ve nitelik farklarını, mekânsal ayrımcılıkları, adaletsizliği ve eşitsizliği görmek zorundayız. Bütün uygarlıklar ve kültürler, bu konuda ilerlemeyi başarmak ve değişmek sorununu hızla ele almak durumundadır. Gerçi “modern zamanların” ve Batı uygarlıklarının (en azından gündüzler için) bu büyük adaletsizliği algıladığı ve bu doğrultuda bazı kıpırdanmalar ve değişimler gösterdiği söylenebilir. 20. yüzyıl ve özellikle son çeyreği, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından bazı kazanımların söz konusu olduğu bir dönem olarak kabul edilebilir. Ama bütün bunlar henüz yeterli düzeyde değildir. Mekânı ve özgürlüğü kadınlar ve erkekler olarak eşit paylaşabilmek için ve mekânı kullandığımız araçları, mekân düzenleme biçimimizi ve mekân yönetme tarzımızı yeniden düzenleyebilmek için, herkesin, bütün ölçeklerdeki mekânlar bakımından bir meydan okuma stratejisi geliştirmesi gerekmektedir. Bu da, daha demokratik, toplumun bütününü yani kadınları ve erkekleri eşit bir biçimde kararların oluşumuna katan ve yönetme anlayışından daha çok yönetişme anlayışına daha yakın olan bir politik ortamın, bunun da öncesinde, eşitliğin herkese gerçekten gerekli olduğunu içselleştiren ideolojik bir ortamın gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Akın Atauz, Şehir Plancısı Yazının yayınlandığı yer: Mimarist, 14, Kış 2004, s.54-58.
|
