Lütfen Tarayıcı Sürümünüzü Yükseltiniz.
BÖLÜM SPONSORU

Diotima ya da Kadınlar, Şengül Öymen Gür, Özgür Aşık




Bu yazıya başlarken bir önemli sorunum oldu. Mimariden mi başlasam, kadınlardan mı başlasam, yoksa Sokrates’ın akıllı kadını Diotima’dan mı başlasam? Sonra hepsini harmanlamaya karar verdim. Neden mi Diotima? Çünkü, Diotima hem akıllı hem özgürdür, yani kadın gibi kadındır. Yeri gelince ona geri dönmek üzere Diotima’yı bir kenara bırakıyorum. 21. yüzyılın ilk yıllarında mimarlıkta “kadın” konusunu gündeme getirmek, ister istemez bizi modernitenin ünlü düalizmine geri götürüyor: kadın-erkek. Bu arada diğer düaliteleri de kapsam dışı bırakarak, yani, doğa-kültür, bilgi-inanç, ruh-beden, zihin-madde, olgu-değer, ilerici-gerici, maddi-manevi, bilim-mit, gerçek-hayal gibi ast-üst ilişkilerine sahip diğer modernist ikilemleri (Demir, 1997) tartışmadan kadın-erkek düalitesini tartışmak anlamsız olur. Diğer yandan, modernitenin kültürel ve siyasal projeleri yaşamın tüm alanlarında ve tüm toplumlar düzeyinde hayata geçirilmiş olsaydı belki de bu ikilemler çözümlenmiş olur, biz de kadın konusunu gündeme taşıma gereğini bile duymazdık. Öyle olmadı, modernite sanat dilini ortaya koymayı başardı ama sosyal ve kültürel alanlarda tamamlanmamış, belki de hiç tamamlanamayacak bir proje olarak kaldı. Tüm postmodernist söylemlere karşın ben, eğer bir metnin bir sistemi yoksa metnin başat anlamını iletebildiğini düşünmüyorum. İşte bu nedenle bu kısa yazıda önce kadını modernist kadın hareketleri içine yerleştirmek ve sonra tarihsel bir ikilem olan Kant’ın ünlü “özne-nesne” tartışması bağlamında kadının mimarideki yerini biraz olsun tanımlamak istiyorum. Bu evreden sonra doğrudan tasarım olgusunun öznesi ve nesnesi olarak kadını alıp feminist hareketlerle bağlayarak sesli düşüneceğim. Belki anlaşılabilir bir betimleme çıkar ortaya. Bakalım? Modernite ve Postmodernitede Kadın Modern öncesi dönemde tüm siyasalar, meşruiyetini tanrısal zeminde kazanır ve bu bağlamda belli bir hiyerarşi ve bütünlük içinde sistemleşirlerdi. Bütün yönetilenleri nesne kılan verili roller erkeğe göreceli bir üstünlük tanırdı. Estetik zemin üzerine oturtulmuş kadın-erkek ikilemi modernist düşünce ile başladı. Etimolojik olarak Latince “modo”dan (şimdi, hemen) türetilen “modernus” sözcüğü 5. yüzyıl sonlarında Batı Avrupa Hıristiyanlarının kendilerini daha önceki Pagan dönemden ayırmak için kullandıkları bir sıfattır ve daha sonra ikinci aydınlanma döneminde J.J. Rousseau tarafından “moderne” olarak kullanılmıştır. Modern kavramı birçok yazar tarafından 1300’lü yıllarda Avrupa’da mevcut düzene eleştiri olarak ortaya konan farklı ve yenilikçi gelişmeleri kapsayan bir düşünce tarzı olarak kabul edilir. 14. yüzyıldan başlayan ve Fransız ihtilaline kadar süren birinci evreyi, Fransız ihtilalinden başlayıp 20. yüzyılın ortalarına kadar süren ikinci evre izler. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sürmekte olan üçüncü evre ise nitelik ve kapsam olarak ilk iki evreden çok farklı olup modernitenin küresel evresi olarak tanımlanabilir. Modern olmak, Jeanniere’nin (1993) ünlü deyişiyle “artık düne ait olmayan ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir”. İşte, bu sürekli olarak kendini geleceğe hazırlayan düşünce tarzından doğan ideolojilerin tümünden, modernizm diye söz ediyoruz. Modernizmin karakteristik özellikleri ilerlemecilik ve evrimcilik, özcülük ve indirgemecilik, temelcilik ve evrenselcilik, Batı merkezcilik, totalitercilik (aynıcılık), sanatsal ve kültürel seçkincilik ve yukarıda sözü edilen düalizmdir. Kalkınma, ilerleme, barış, kardeşlik, eşitlik gibi modernist vaatlerin gerçekleşmemesi karşısında bir yandan gelişmiş ülkeler, diğer yandan gelişmekte olan ülkelerin düşünürleri Batı felsefesi ve ideolojilerinin aslında diğer toplumlar üzerinde egemenlik kurmayı hedefleyen sömürü aracı boş sözler olduğunu yüksek sesle ifade etmeye başladılar. Entelektüeller, modernitenin gerçekleştirdiği ekonomik, teknik, siyasal ve kültürel devrimlerin hegemonik yapısını ve insanlık üzerindeki aynılaştırıcı rolünü eleştirdiler. İnsan aklına mutlak üstünlük tanıyan aydınlanma projesini, insanın mutsuzluğundan sorumlu tuttular. Modernitenin kökten bir eleştirisi sayılabilecek postmodern dönemler 1960’lı yılların sonunda moderniteden ciddi bir kopma olarak algılanmaya başlandı. Büyük anlatıları reddeden “anti-evrenselci” bir yaklaşım olan postmodernizm, bir dönem, bir düşünce ya da bir sanat tarzı olarak ele alınabilir. Başlıca üç postmodernist ekolden söz edilebilir: Fransız geleneği olarak bilinen birincisinin başını M. Foucault, J. Derrida ve J. F. Lyotard çeker. Bu ekolün iddiasına göre kadın olsun, erkek olsun tüm bireyler kendi gerçekliklerini yaratırlar ki bu farklı gerçeklikler arasında üstünlük konusunda belli bir yargı yürütmenin olanağı da yoktur. Çünkü bunların birinin diğerine üstünlüğünü tartmak için bir ölçütler dizini mevcut değildir. Bu yaklaşımlarından dolayı bu grubun üyeleri aşırı rölativistler olarak bilinirler. İkinci gelenek Thomas Kuhn, Imre Lakatos ve Paul Feyerabend geleneğidir. Bilgi üretmenin bilimsel yöntemle sınırlı kalmış olmasını büyük bir eksiklik olarak gören bu düşünürler, bilginin mutlaka akılcı yol ve yöntemlerden türemediğini ifade ederek bilimin başarılı olabilmesi için bilgiyi üretmede her türlü höristik yönteme başvurulabileceğini savunurlar. Üçüncü ekol hermenötik/yorumsamacı geleneği kapsar. Yorumsamacılık, metinlerin yorumuyla bağlantılı, kendi içinde yöntemleri olan bir postmodern tutumdur. Bu gelenek M. Heidegger’den türemiş olup H. G. Gadamer, J. Habermas ve P. Ricouer tarafından devam ettirilmektedir (Hoksbergen, 1994; Demir, 1997). Sonuç olarak postmodernizm özgücülüğü reddeden, aynıcılığa isyan eden, çoğulculuk, özgünlük, özgüllük ve yerellik gibi kavramları savunan ve rölativizmi yeniden diriltmeye çalışan, sanatta seçkinciliğe başkaldıran, gündelik yaşamı öne çıkaran bir söylemler kümesidir. Diğer yandan, kadın sorunlarına ve çözümlerine ilişkin öncelikle Batı dünyasında boy veren hareketler, ortaya çeşitli feminist gruplar çıkarmıştır: “Liberal feministler, sosyalist feministler, radikal feministler, Marksist feministler, kültürel feministler, negatif feministler, psikoanalitik feministler, yapısalcı feministler, bağımsız feministler, lezbiyen feministler, zenci feministler, üçüncü dünya feministleri bunlardan bir kısmıdır (Demir, 1997). Bunlar arasında tarihsel olarak diğerlerini önceleyen, liberal feminizmdir. Marksist feminizm 19. yüzyıl ortalarında buna bir tepki olarak doğmuştur. Radikal feminizm 1960’lı yılların birikiminden ortaya çıkmıştır. Bir siyasal kuram olarak sosyalizmden kaynaklı sosyalist feminizm, Marksist ve radikal feminizmle belli alanlarda örtüşen melez bir tavırdır. Postmodern feminizm ise modern feminist akımlara uzlaşımsal ve olumsal bir tepkidir. Liberal Feminizm Liberal düşünce, bireycilik, özgürlük, sınırlı devlet ve piyasa ekonomisi taraftarıdır. Bu kavramlara dayanarak ortaya çıkan liberal feminizm, 300 yıllık bir geçmişe sahip olup 18. yüzyılda kadın ve erkeğin doğal olarak eşit haklara sahip olma gereğini savunmuş, 19. yüzyılda yasalar önünde eşitlik, mülkiyet hakkı, oy kullanma hakkı istençleriyle mücadelesini sürdürmüştür. Sanayide istihdam edilen eşlerinden kopup evlerinde atıl ve bağımlı hale gelen kadınlar eşit hak ve iş için uğraşlarını sürdürmüş, yavaş yavaş düşük ücretlerle istihdam edilmeye başlamışlardır. Ancak sürecin bir yerlerinde siyasal haklara sahip olunmadan hiçbir şeye sahip olamayacaklarını anlayan feministler 20. yüzyılın ortalarına kadar süren “medeni haklar” mücadelesini başlatmışlar ve bu doğrultuda medeni yasanın değişmesini dünyanın birçok ülkesinde sağlamışlardır. Ana akım feminizm (mainstream feminism) diye de anılan bu kol, medeni hakların kazanılmadığı ülkelerde çalışmalarını halen sürdürmektedir. Marksist Feminizm Kadının baskı altında oluşunu kapitalizmin yasalarına bağlayan Marksist feministler liberal feminizmin önerdiklerine karşı çıkarak liberalizmin ürettiği eşitlik önerilerinin, sorunların üstesinden gelemeyeceğini ileri sürmüş, gerçekte bu mücadelenin bir sınıf mücadelesi olduğunu savunmuşlardır. Ancak kadının, edimlerine erkekten fazla yabancılaştığını, buna da annelik rolünün neden olduğunu söylemiş ve çocuk bakımının toplumsal olarak çözülmesi gerektiğini, ev işlerinin toplumsallaştırılmasını, ücrete tabi kılınmasını savunmuşlardır (Engels, 1992). Radikal Feminizm Radikal feminizm ise entelektüel ve tepkisel etkinliklerin çok yoğunlaştığı 1960’lı yıllarda Batı dünyasında ve özellikle İskandinavya’da dikkat çeken bağımsız, lidersiz ve dağınık kadın hareketleridir. Cinsel farklılığı ortadan kaldıracak üreme teknolojileri istenciyle birlikte anneliğin ve çocuk doğurmanın bir gereksinme olmadığı, çocuğun da biyolojik bir anneye ciddi bir gereksinme duymadığı savından hareket eden bu feminist ekole göre, cinsiyet rollerine dayalı toplumsal düzen ancak bu rollerin yerlerinden oynatılmasıyla değiştirilebilirdi. Bu, annelik rolü üzerine kurumsallaşan aile kavramı kadının kendi bedeni üzerindeki denetimini sosyal yapıya devretmekte, böylece özgürlüğünü kısıtlamaktaydı ve bu olgunun kökü patriyarkal kültüre dayanıyordu. Kültür aracı dil olduğuna göre dildeki mevcut cinsiyet ayrımlarını giderecek bir temizleme yapılmalıydı. Bu akımın uzantısı postmodern dönemlerde Fransız feminizminden türeyen Julie Kristeva’nın başı çektiği linguistik feminizm olmuştur. Ancak çalışmalardan ortaya çıkan sonuç şudur ki, dil aracıyla kültürü değiştirmek neredeyse olanaksızdır. Zihniyet değişmedikçe dilin kendiliğindenliği ger çekleşmemektedir. Sosyalist Feminizm 1970’li yıllarda radikal feminizmden sosyalist bir kol türedi. Onlara göre kadın-erkek eşitsizliğini sınıf ilişkilerine indirgeyen Marksist feminizm, sorunun bir kısmına odaklanıyordu. Diğer yandan sorunu tek başına patriyarkal bir sorun olarak gören radikal feministler de konuyu eksik tanımlıyordu. Bu anlamda sosyalist feministler gerek kapitalizmin ve gerekse patriyarkal yapının ortaya çıkardığı sorunlarla ilgilendiler. Patriyarkinin maddi olmayan unsurlarını gündeme taşıdılar. Kadın sorununun özünün cinsellik, annelik ve entelektüel alanlarda yattığı görüşünde birleştiler. Postmodern Feminizm Postmodern feminizme gelince; hem postmodernizmin hem de feminizmin hedefi, aydınlanma düşüncesinin hiyerarşik düalizmine bir meydan okumadır. Ancak, her türlü temelciliğe ve aynıcılığa karşı çıkan postmodernizm, toplumsal yapılara karşı güçlü bir eleştiri olan feminizme çoğulculuk, bireycilik, varoluşçuluk gibi kavramları eklemlemiştir. Burada en büyük rolü basıldığı haftada 22.000 adet satan Simone de Beauvoir’ın İkinci Cins (1949) kitabı oynamıştır. J. P. Sartre’ın varoluşçu felsefesinin büyük ölçüde izlerini taşıyan bu yapıt döneminin en çok başvurulan kitabı olmuş ‘varoluşun tek ve bireysel olduğu’ görüşünü kadınlar arasında da pekiştirmiştir. Sonucu olarak da ciddi bir toplumsal eleştiri olarak başlayan kadın hareketleri, içinde bulunduğumuz postmodern dönemde, varoluşçuluğun etkisiyle, ‘gemisini kurtaran kadın’ hareketlerine dönüşmüştür. Bu tarihsel bilgilerden sonra ülkemizde kadının durumunu kısaca şöyle özetleyebiliriz. Kadının hangi sosyal sınıfa mensup olduğu, içinde yetiştiği ailenin entelektüel evrim düzeyi, kadının siyasal ve medeni haklarını idrak düzeyi, kültürün patriyarkal zihniyeti karşısında kadının aydınlanma konusundaki cesareti, zekâ, eğitim ve beceri düzeyi, onun varoluşunun belirleyicisidir. Buna göre ülkemizde kadın, Derridavari konuşursak, birçok farklılığın bir dağılımıdır. Fakat, bilindiği üzere Kant’ın önemli ‘özne-nesne’ ayrımı ‘özgürlük-zorunluluk’ arasındaki bir ayrımdır (Scruton, 2003; Kant, 2001; Megill, 1998). Varoluş, kendi etkinliklerinin ve kararlarının öznesi olabilen özgür bireye özgüdür. Özgürleşememiş kişinin edimlerinin varoluşçu terimlerle yargılanamayacağı açıktır. Ve fakat, özgürlük nesnel sınırların ve kısıtların varlığından ziyade bizim onları nasıl algıladığımızla ilgili bir sorundur. Eğer zihnimizdeki ketleri ve kültürel kısıtları aşabilirsek o zaman varoluruz, Nietzchevari konuşursak, “doğal sınırlar tarafından engellenmeksizin kendi varoluşumuzun sanatçıları oluruz” (Megill, 1998). İşte, Sokrates’in felsefece dostu Diotima, Sokrates’in “Sevgi üstüne ne biliyorsam ondan öğrendim,” dediği o görkemli kadın böyle bir varoluştur (Platon, 1995). O dün de vardı, bugün de var, yarın daha çok var olacak. Mimaride Özne/Nesne Olarak/Olmayarak Kadın Mimaride kadın, bir yanda üreten diğer yanda tüketen kadın olarak ele alınabilir. Mimariyi üreten kadın varoldukça özneleşir, özneleştikçe varolur. Mimariyi tüketen kadın tasarım süreci içinde çoklukla nesnedir. Ne zaman ki birçok kentsel ve mimari tasarım konularına kadın kullanıcının katılımı sağlanır o zaman o da işin belli ölçüde öznesi olma durumuna yükselir. Özne kadın bugün belki birçok ülkeden ziyade ülkemizde bir varoluştur. Sadece devletin ve özel girişimin tasarım masalarında, göreceli olarak pasif görevlerde istihdam edilmemekte, proje uygulama, tespit, denetim, araştırma ve eğitim gibi, bir zamanlar erkeğe yakıştırılan (!) çok çeşitli roller üstlenmektedir. Bu şekilde istihdam edilmiş Türk kadını sayısının, elimde istatistik veriler olmasa da birçok Avrupa ülkesinin ve özellikle ABD’nin çok üstünde olduğunu hissediyorum. (ABD istatistikleri için ilgili siteye bakınız.) Birçok yarışmada, adı ikinci yazılsa da kadınların birincil sorumluluklar almış olduklarını biliyorum. Özgür ülke Amerika’da kadınların üniversiteye kabul ediliş tarihleri ve kabul edildikleri branşları bilerek, bunu kendime güvenerek söylüyorum. Diğer yandan tasarım olgusunun hizmet götürdüğü nesne kadın yine modernist/postmodern/feminist söylemler kapsamında başlıca iki biçimde gündeme getirilmektedir: 1. Metaforik ve 2. Pragmatik. Tasarıma kadın-kavramsal yaklaşımlar mimarlık ve güzel sanatlarda tarihsel olarak diğerini öncelediğinden incelemeye buradan başlamayı yeğliyorum. Metaforik (Değişmeceli, Mecazî) Yaklaşımlar Radikal feminizmin en çok üzerinde durduğu ve tepki gösterdiği, kadının bedensel ve cinsel olarak medyalaşması konusu, mimarlıkta çeşitli metaforik (değişmeceli) biçimlerde işlenmiştir. Analojik (benzetmeci), metonimik (düz değişmeceli) ve alegorik (eğretilemeli) yaklaşımlar bunların başlıcalarıdır. Gerçekte, tarih boyunca kadının cinsel, toplumsal ve kozmik özelliklerinin konu edilmesine en çok sanatlarda rastlanır. Bu örnekler her türlü mecazdan öte, ikonik tasarımlardır. 1. Analojik (Benzetmeci, Teşbih) Yaklaşımlar Bir varlıktaki herhangi bir niteliğin belirtilmesi amacıyla, başka bir varlığın örnek gösterilmesine ‘benzetme’ denir. Yalın benzetmeler, ‘benzeyen’ ve ‘benzetilen’ ile kurulan değişmecelerdir. Örneğin, Vlado Milunic ve Frank Gehry’nin ünlü dansçı-sanatçılar Fred Asteire ve Ginger Rogers’ı anımsattıkları için Fred & Ginger diye anılan Prag’daki büro binasında erkek güçlü ve egemen biçim, kadın ise zarif ve dinamik biçimdir (Hasol, 1998). Burada uçuşan biçim = hareket ederken kabaran tüller = dans eden kadın = Ginger Rogers’tır. Değişmece türleri arasında salt ‘benzeyen’ ve ‘benzetilen’ ile kurulan benzetmeye (teşbihe) edebiyatta da rastlanmakta ve bunlar bazen bitmiş ve kullanımda olan tarihî binalarla ilgili olabilmektedir. Örneğin, Victor Hugo, Notre-Dame de Paris adlı romanında, Paris’in bu ünlü gotik katedralini, “katedrallerimizin yaşlı kraliçesi” olarak nitelemiştir. Claude Roy’a göre ise, o bina “seçkin ve asil olmaktan çok, halka yakın, eli açık bir kadına benzer.” Bir başka Fransız yazar, Claude Farrére, Ayasofya’yı “şişman, pasaklı kadın, çiğ bir kırmızıya ve sarıya boyanmış, hali vakti yerinde ama süslenmeyi bilmeyen bir köylü kadın” olarak tanımlamıştır (Tümer, 1999). 2. Metonimik (Düz Değişmeceli) Yaklaşımlar Düz değişmecede kendi anlamının dışında kullanılan söz ile sözün gerçek anlamı arasında bir ilişkinin bulunması gerekir. Bir söz böylece diğerinin yerine durur. Viyanalı mimar Frederick Kiesler, Le Corbusier’in makine rasyoneline karşı evin sonsuzluk ve tamamlanmamışlığına imada bulunarak kadın bedeninin kıvrak geçişlerini “Sonsuz Ev” adını verdiği bir yapıda ifade etmeye çalışmıştır (Tümer, 1999). Burada, ‘kadın bedeni=sonsuz ev’dir. Çok görkemli olduğu için katedral diye anılan Hon binasında kadın bedeni ve bina formu tam anlamıyla metonimik (düz değişmeceli) bir ilişki içindedir. “Hon’un yatışı, cinsel ilişki kurmak ya da doğum yapmak için bekleyen bir kadının yatışıdır” (Tümer, 1999). Burada ‘kadın bedeni ve işlevleri=çok amaçlı bina’dır. 3. Alegorik (Eğretilemeci) Yaklaşımlar Alegorik tarz, varsayımsaldır. Tıpkı dekonstrüktivistlerin farklılaşım kökenli anlam okumalarına gözlemciyi davet ettikleri mimaride olduğu gibi... Hep açık uçlu ve hep tartışmalıdır. Başat anlam –ki varsa– ancak okurların uzlaşımından doğan başlıca anlamdır (İnceoğlu, 1999; Alver, 2003). Böyle bir niyet taşımayan tasarımlar için mimarlıkta binalara sonradan atfedilen anlamlar arasında kadın bedenine yakıştırma yoluyla yapılanlara rastlıyoruz. Bu okumalarda bazı formların kadınsı ve yine bazı formların da erkeksi olduğu iddia edilir. Örneğin, çok yıllar önce R. Neutra’nın villalarında kullandığı kütle biçimlerinin eleştirmenlerce kadınsı bulunduğunu okumuştum. Üstelik kütleleri pek yuvarlak hatlı da değildir. Demek oluyor ki, Neutra’nın formları zayıf, kararsız, iddiasız, bitmemişlik hissi uyandıran, eklemeler yapmaya (üremeye) açık formlardır. Salt ‘benzetilen’in söz konusu olduğu buna benzer değişmeceler kapalı eğretilemelerdir. Burada mimari biçim, benzetilene pek de benzemez, benzetileni düşündüren araçtır sadece. Hill College House da bir kapalı eğretilemedir. Viktoryan tarzın pişmiş tuğla ile yeniden gündeme getirildiği, dışa karşı iyi korunmuş, içte bol güneşli, geleneksel kolej tipolojisine de uyan Hill College House, bir ana rahmi gibi düşünülerek tasarlanmış, o tarihte Pennsylvania Üniversitesi’nin kız öğrencilerini ebeveyn gibi koruduğu mesajını vermek istemiştir. Bina aynı anda modern mimariye ilk tepkisel örnekler arasında da sayılmaktadır. Aslında tanrıçalar için inşa edilmiş tapınaklar da kapalı eğretilemeler olarak düşünülebilir. Kadının sadece bedenine değil aklına, gücüne, korumacı tavrına imada bulunurlar. Biçim olarak ithaf edildikleri kadına benzemezler, ama onu düşündürürler. Salt ‘benzeyen’in kullanıldığı değişmeceler açık eğretilemelerdir. Karyatidlerde kullanılan çoklukla kadın, ender olarak yaşlı erkek formu, ülkenin savaşta yenik düştüğü ve kadınların bu yükü taşıdığını ifade eder. 4. Abartmalar Sanat alanındaki örneklerin bir kısmında kadının belli özellikleri abartılarak ele alınmış olup yine bir değişmece türü olan abartmaya örnektirler. Artemis kadının doğurganlığını ve dolayısıyla bereketini anlatan bir simgeselliğe büründürülmüştür. Mimarlık literatüründe kadın bedeni veya işlevlerinin abartılmasına ilişkin bir örneğe işaret edilmemiştir, ama bence Bilbao’daki Frank Gehry’nin ünlü Guggenheim Müzesi dik açılı ve eğrisel formların bir sentezi olarak sıra dışı bir birleşme örneği sayılabilir. Yararcılık (Pragmatizm) Yararcı yaklaşımlarda kadın “diğer” bir kullanıcı grubu olarak ele alınmakta, kadın nüfusunun mekânsal algı, biliş ve taleplerinde erkeğe oranla bir farklılık olup olmadığı incelenmekte, bunlar bir imbikten süzülmüş halleriyle tasarım paftasına taşınmaktadır. Bu tür araştırmalar daha çok çevre/davranış araştırmaları kapsamında ele alınmakta erkek egemen kamusal alanlarda kadının çekinik rolünden (Gür, 1979) konut tercihlerine kadar (Bahadır, 1997; Kınalı, 1999; Bekleyen, 2000), mekânın zihinsel yeniden üretiminde kadının erkekten olan farkından (Gür, 1993; Gür ve Ertürk, 1989), hangi yaşta hangi renkleri yeğlediğine kadar birçok alanı kapsamaktadır. Tarih boyunca kadına ait bir mekân(mış) gibi algılanan mutfaklar konusu neredeyse her çevre/davranış kongresinde gündemdedir. Bu palyatif feminizmin başlıca sorunu, bu bilgilerin tasarım eğitiminde ve uygulamasında keyfiyete tabi olarak önem kazanmasıdır. Bu ilgisizlik ve göreceliğin de sadece erkeklere özgü olduğunu söylemek haksızlık olur. Sonuç olarak denebilir ki kadının mimari tasarımlarda bir metafor olarak ele alınması, özgün ve ilginç tasarımlar ortaya koyabilir; kadının annelik özellikleri ve koruma içgüdüsü birçok bina türü için yararlı kavramlar olabilir, ama metaforik yaklaşımlar kadın-erkek düalitesini ortadan kaldırmak için yapıcı yollar değildir. Tersine bazen alaycı ve abartılı olabilmekte ve dikkati olgunun özünden gereksiz ayrıntılara kaydırabilmektedir. Diğer yandan, kadının mekân kullanım özelliklerinin ve erkekten olan farklarının bilinmesi binanın yaşanabilirlik düzeyini doğal olarak artıracaktır. Ancak bunlar feministlerin üstünde durduğu ‘kadının konut edinme hakkı, kadının sosyal mekânda temsil özgürlüğü…’ gibi birincil öneme sahip olgulara bir çözüm olamayacaktır. Toplumun derin katmanlarında yerleşmiş inançlar, yerlerini modernitenin bilgisine ve postmodernitenin bilgeliğine terk etmedikçe, kısacası kültürel ketler kırılmadıkça kadın özgürleşimine mimari yollarla katkıda bulunmak, toplumsal cinsiyeti evirmek zor gibi görünmektedir. Fakat diğer yandan ‘yasak aşma’ da eski bir Türk geleneğidir. Belki bir gün gelir olumlu anlamda yasak aşarız, kim bilir? Şengül Öymen Gür, Prof. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Öğretim Görevlisi Özgür Aşık, Araştırma Görevlisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Kaynakça: • Alver, L. (2003) Post-Hümanist Söylem ve Yapıbozumcu Eleştirinin Eleştirisi, Y. Lisans Tezi, KTÜ, Trabzon. • Aşık, Ö. (2002) Feminizm ve Mimarlık, Mimarlık Kuram ve Kavramları Yüksek Lisans Dersi Dönem Ödevi (Ders Sorumlusu: Prof. Dr. Şengül Öymen Gür). • Bahadır, Ş. (1998) Konut Mekânlarına Yönelik Kullanıcı Tercihleri, Y. Lisans Tezi, KTÜ, Trabzon. • Bekleyen, A. (2000) Diyarbakır Geleneksel Evlerinin Sosyo-kültürel Açıdan İncelemesi: Fiziksel ve Davranışsal Konumlar, Doktora Tezi, KTÜ, Trabzon. • Demir, Z. (1997) Modern ve Postmodern Feminizm, İz Yayıncılık, İstanbul. • Engels, F. (1992) Ailenin, Özel Mükiyetin ve Devletin Temeli, K. Somer (çev.), Sol Yayınları, Ankara. • Gür, Ş.Ö. (1979) “Designing with Men-Women Social Relations in Mind”, ICEP Program Abstracts, Surrey U, Guildford: 17. • Gür, Ş.Ö. (1993) “İlkokul Öğrencilerinin Okul Çevrelerini Bilişsel Olarak Değerlendirmelerinin Tasarımındaki Yorumu”, V. Uluslaraarası Yapı/Yaşam Kongresi, Mimarlar Odası Bursa Şubesi, s.68-88. • Gür, Ş.Ö.; Ertürk, S. (1989) Children and Environmental Psychology: Design Implication of the Cognitive Evaluations of School Environments by primary School Children, KTÜ, Müh-Mim. Fak.Yayın No: 43, Trabzon. • Hadid Z.M. (1991) “Dünyanın Asıl Terk Ettiği Şey: Ufuk”, Arredamento Mimarlık, Sayı: 10, s. 95-98. • Hasol, D. (1998) “Dans Eden Bina”, Yapı, Sayı: 203, s. 69-78. • Hoksbergen, R. (1994) “Postmodernism and Institutionalism: Toward a Resolution of Debate on Relativism”, JEI, Sayı: 28(3), s. 679-713. • İnceoğlu, M. (1999) Modernizm ve Postmodernizmin Sentaktik/Semantik Yapısının Karşılaştırmalı Çözümlemesi, Y. Lisans Tezi, KTÜ, Trabzon. • Jeanniere, A. (1993) “Modernite Nedir?”, Modernite Versus Postmodernite, M. Küçük (der.), Vadi Yayınları, Ankara, s.15-25. • Kant, I. (2001) Pratik Usun Eleştirisi, İ. Z. Eyüboğlu (çev.), Say [1788], İstanbul. • Kınalı, N. (1999) Modernleşme Sürecinin Etkisi Altında Anadolu Geleneksel Konut Anlayışının Evrimi, Y. Lisans Tezi, KTÜ, Trabzon. • Megill, A. (1998) Aşırılığın Peygamberleri, T. Birkan (çev.), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. • Meyhöfer, D. (1994) Contemporary Japanese Architects, Taschen, Benedikt. • Platon (195) Şölen, A. Erhat ve S. Eyüboğlu (çev.), Remzi Kitapevi, İstanbul. • Scruton, R. (2003) Düşüncenin Ustaları, Kant, Altın Kitaplar, İstanbul. • Tümer, G. (1999) “Kadın ve Mimarlık”, Arredamento Mimarlık, Sayı: 9, s. 94-99. • http://libweb.sonoma.edu/special/waa/facts.html 1990 ABD Araştırma sonuçları. Yazının yayınlandığı yer: Mimarist, 14, Kış 2004, s.47-53.


http://www.yapi.com.tr/haberler/diotima-ya-da-kadinlar-sengul-oymen-gur-ozgur-asik_95220.html

Read Comment Section
İlk Yorumu Siz Yapın
Gönder

Yorumum onaylandığında e-posta ile bildir.

E-posta adresimle bültenlere abone olmak istiyorum

Haber gönderin Hemen haber gönderin

Sosyal Medyada Yapi.com.tr:

Abone Ol Yapı sektöründeki tüm gelişmelerden en önce siz haberdar olmak isterseniz e-bültenimize abone olun.
Bülten arşivine erişmek için tıklayın

REKLAM VERİN

Ajanda
TAMAMI » Bugünkü Etkinlikler BUGÜN:
Herhangi bir etkinlik mevcut değil!