br >
İnşaat Mühendisleri Odası, suyuna ve geleceğine sahip
çıkıyor
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1993 yılında suyun insan yaşamındaki
önemini vurgulamak, içilebilir su kaynaklarının korunmasını ve çoğaltılmasını
teşvik amacıyla her yılın 22 Mart gününü "Dünya Su Günü" olarak ilan etmiştir.
Yine 2010 yılında Birleşmiş Milletler‘in almış olduğu bir kararla temiz suya
erişim temel insan hakları arasında yerini almıştır. Ancak bu gün dünyada
neoliberalizmin şekillendirdiği su politikaları, Birleşmiş Milletlerin temiz
suya erişimi bir temel insan hakkı kabul eden anlayışa uygun olarak
oluşturulmamaktadır. Zira yine Birleşmiş Milletlerin açıklamış olduğu verilere
göre halen Dünya üzerinde yaşayan 783 milyon kişi temiz içme suyuna
erişememektedir. Su kaynaklarının özelleştirilmesi, çevre tahribatları sonucunda
yok olması ve en önemlisi de suyun metalaştırılması süreçleri bugün artık tüm
dünyayı tehdit etmektedir.
Türkiye‘deki durum ise dünyanın genel halinden bağımsız değildir. Bu
anlamda Türkiye‘nin su zengini olarak sunulması gerçeği yansıtmamaktadır. Zira
küresel ölçekte kabul görmüş kriterlere göre kişi başına düşen su miktarının
yılda 8-10 bin metreküp ve üzerinde olduğu yerler su bakımından zengin
sayılmaktadır. Yine aynı kriterlere göre kişi başına düşen su miktarının yılda 2
bin metreküpten az olduğu bölgeler suyun az olduğu yerler olarak
tanımlanmaktadır. Türkiye‘de ise kişi başına düşen su miktarı yılda 1500
metreküp olup her geçen gün su fakirliği sınırı olarak tanımlanan 1000 metreküp
değerine yaklaşmaktadır. Bu anlamda ülkemizin su kaynakları sınırlı ve kısıtlı
olup, bu gerçeğe uygun politikalar üretilmesi bir zorunluluktur. Ancak bugün,
mevcut siyasi iktidarın uygulamaya koyduğu neoliberal su politikaları nedeniyle
tüm su kaynaklarımız kamu yararını gözetmeyen bir anlayışla özel şirketlerin kar
hırsına teslim edilmektedir.
Bir kalkınma modeli ve stratejisinin ürünü olarak sunulan Türkiye‘nin su
kaynaklarına ilişkin politikalar, suyun boşa akıtılmayacağı yönlü bir
aldatmacayla, bölge halklarının rızası alınmadan ve kaynakların kurumasına neden
olacak şekilde hızla yürürlüğe konmuştur. Ülke genelinde çevresel ve sosyolojik
etkileri hesaba katılmaksızın kurulmak istenen yüzlerce depolamasız
Hidroelektrik Santral mevcuttur. Yürütmeyi durdurma kararları veya bölge
halkalarının mücadelesi bir umut ışığı doğursa da memleketin her karışını satışa
çıkarmaya ant içmiş siyasi iktidarın geleceğimizi elimizden almaya çalıştığı bir
gerçektir.
Geçtiğimiz ay Gökdere Barajında yaşanan facia, Türkiye‘de su üzerinden
yürütülen politikaların ne denli kontrolsüz bir şekilde işlediğine acı bir
örnektir. Türkiye tarihi boyunca DSİ tarafından, yüzlerce depolamalı su santrali
(baraj) inşa edilmiş, ancak böylesi bir facia yaşanmamıştır. Cumhuriyet tarihi
boyunca, proje yapan, imal eden ve denetleyen bir kurum olan DSİ‘nin kurumsal
kapasitesi, yakın tarihimizde bilinçli bir şekilde adım adım uygulamaya konulan
düzenlemelerle düşürülmüştür. DSİ gibi köklü bir kurumun içinin boşaltılması,
yüksek bütçelerle yapılan ve uzun vadeli kullanımı öngörülen kamu
yatırımlarının, özel sektörün insafına terk edilmesi ve denetimsiz bırakılması
anlamına gelmektedir. Bugün gelinen noktada DSİ Genel Müdürü dahi "HES
inşaatlarını tek tek kendi imkânlarımızla denetleme imkânımız yoktur"
diyebilmektedir. Oysa su kaynaklarının doğru ve etkin kullanımı su yapılarının
kamu kurumları tarafından, kamu yararını gözeterek yapılması ve denetlenmesinden
geçmektedir.
Benzer bir şekilde siyasi iktidarın su kaynaklarını özel sektöre devretme
yönündeki hırsı, yaşamlarına ve derelerine sahip çıkanlar üzerindeki baskıdan
kolaylıkla anlaşılabilecektir. Metin Lokumcu‘yu ölüme sürükleyen, Gökdere‘de
insanlarımızın hayatlarını kaybetmelerine neden olan bu anlayış temiz suya
erişimi bir insan hakkı olarak ya da bir kamu hizmeti olarak görmemekte, su
kaynakları üzerindeki tüm tasarrufu özel şirketlere devretmektedir.
DSİ verilerine göre, Türkiye genelinde inşa edilmekte olan HES projeleri
sayısı toplam 1500‘ü bulmuştur. HES‘ler sadece suyun metalaştırılması ve
bu yolla doğanın tahrip edilmesi anlamına gelmemekte aynı zamanda su
kaynaklarının etrafında yaşayan insanlar için bir yaşam tarzına müdahale
anlamını taşımaktadır. Hasankeyf‘in sular altında kalmasına neden olacak ya da
Munzur‘u kurutacak hiçbir proje, kaynakların etkin kullanımı ile açıklanamaz.
Tarihten bugüne insanoğlu tüm yerleşkelerini su yakınlarına kurmuş buralarda
yaşayan insanlar için "su" sadece biyolojik bir ihtiyaç olmanın ötesinde bir
kültür inşa etmiştir.
Ülkenin her yerinde yaygınlaşan ve özellikle de Karadeniz‘de yoğunlaşan HES
projeleri dere ve nehirlerden gelir elde eden ya da oradaki sosyal yaşamın bir
parçası olan suyun halkımızın elinden alınması anlamına gelmektedir. Bu anlamda
HES projelerinin yapımı yönündeki karar alma süreçlerinde etkili olması gereken
Çevresel Etki Değerlendirme Raporları bugün artık gerçek durumu yansıtmaktan
uzak hale gelmiş, yatırımlara meşruiyet kazandırma işlevine indirgenmiştir.
Bilimsel olmayan verilere dayanarak hazırlanan ÇED raporları birer formaliteye
dönüşmüştür.
Türkiye‘nin su kaynaklarını son derece pervasız ve akıl dışı projelerle
satışa çıkaran siyasi iktidar bu tutumunu bir an önce değiştirmelidir.
Kaynakların etkin kullanımı için suyun bir hak olarak görülmesi ve su
politikalarının toplumun tüm bileşenlerinin katılımıyla yeniden düzenlenmesi
şarttır. Aksi taktirde geri dönüşü olmayan tahribatlar yaşanacak ve ülkemizin
sınırlı su kaynakları yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.
Su kaynaklarımıza ve geleceğimize zarar veren uygulamaların giderek arttığı
bir dönemde "Dünya Su Günü "nü kutlamak, söz konusu uygulamaları teşhir
etmek ve tepki göstermek anlamına gelmektedir. Suyuna ve geleceğine sahip
çıkmayı bir sorumluluk olarak gören İnşaat Mühendisleri Odası dünya su gününü bu
bilinçle sahiplenmektedir.
|